Babamı Kaybettim. Hükümlüdür!
- Murat Utkucu
- 31 Tem 2022
- 15 dakikada okunur
Tabutu bir odaya soktuk. Tabutun içinde babam. Daha dört saat önce gün henüz ağarmadan ısrarla çalan telefonun zili, annemin dehşet içindeki sesi, apar topar sokağa fırlayışım. ağrılar içinde kıvranan babamı görmem, cankurtaranla, şehrin boş caddelerinden hızla hastaneye gidişimiz ve babamın çevresinde dönüp duran doktorların o tuhaf o acınası o harcıalem çaresizliği… Hepsi sanki bir hayâl… Bu hayâli ben kurdum sanki yüreğimi acıtmak için. Hani olur ya birisine bir kötülük ettiğinizi düşünürsünüz, bir körü yarı yolda bıraktığınızı bir çocuğa acımasızca çıkıştığınızı ya da babanızın öldüğünü düşünür ve yüreğinizi ellerinizle burkarsınız ya hani… Sanki kendimi acıtmak için babamı yok ediyorum ve şu duvarlarından sular sızan odaya getirip bırakıyorum.
Ama hayır! Bu ne bir hayâl ne bir düş… Abim, işte şuracıkta ağlıyor. Kadim dostum Hasan, babamı iki katlı ranzanın altına yerleştirmek için yardım ediyor.
Mezarlıklar Müdürlüğünün tarihi binasında birkaç odayı morg haline getirmişler. Odada büyük bir soğutucu, ölülerin “güzelliği” bozulmasın diye buz gibi nefesinden havaya üflüyor. Babam, odada dört arkadaşıyla birlikte kalacak bu gece. Yeryüzündeki son günlerini geçirmek üzere bu odaya kondular. Kimse onlara bir şey sormadı bu konaklama için. Onlar birbirilerini hiç tanımadılar. Hâlâ da tanımıyorlar. Dört yeni arkadaşı dört ölüyü baş başa bırakıp odayı karanlıklar içinde bırakıp çıkıyoruz.
…
“Merhuma hakkınızı helâl ediyor musunuz?”
“Helâl Olsun!”
“Ediyor musunuz?”
“Helâl olsun!”
Cenaze namazında böyle sormuştu imam. Ama babam, ölmeden hemen önce herkesten hakkını helal etmesini istemişti bile… Önce doktorlardan sonra kırk sekiz yıllık karısından sonra oğlundan… Ne hakkım varsa…
Üç saat boyunca babamı hayatta tutmaya çalıştık… Ekage, röntgen, iğneler, ve son olarak emar cihazı, acı içinde kıvranan babamın teknoloji ile son teması oldu.
“Gidiyorum Murat. Hakkını helal et! Gidiyorum!”
Krizin nefessiz bıraktığı babam bu sözü söylemek için inanılmaz bir çaba sarf ettiği ve ihtimal bu son nefesi olabileceği halde tabloyu görmemeye çalışıyorum. Çünkü biliyorum bu acılar dinecek ve eve döneceğiz.
Nasıl da yanılmışım!
“Hayır baba! Sabret biraz, Bak bitiyor. Sonra eve gideceğiz. Sık dişini babacım.
Kalp krizinin nasıl beter bir acı olduğunu duymuştum. İnsanın bedenini lime lime eden bir acı. Ve babamın yaşlı bedeni bu acıyla tam dört saat baş etmeye çalıştı. Göğsüne saplanan mızraklarla kasıldıkça o sanki daha fazla hayatın ipine daha sıkı asılıyordu.. Bedeni son metrelerini koşan bir maratoncu gibi ter içinde ve bir o kadar da diriydi. Krizi alt etmek için son bir çabayla koşuyordu babam…. Ah ölümüne koşuyordu.
“Durum nedir doktor?”
“Maalesef çok kritik. Hastayı her an kaybederiz.”
“Doktor ne diyorsun. Biz babamızı eve götürmek için getirdik buraya. Canlı getirdik canlı alırız. Şimdi git ve işini yap” demedim.
Hâlâ doktorun ne dediğinin farkında değildim. Ters giden bir şeyler vardı ve ben oyuncağını kaybetmek üzere olan bir çocuğun telaşı içindeydim. Kötü bir şeyler olacaktı. Henüz bilincinde değildim.
“Hemen kardiyoloji bölümüne yatırmamız gerekiyor hastayı. Siz yatış işlemlerini yapın. Biz ilgileneceğiz.
O sırada beş doktorun arasından babam elini uzattı.
“Şengül gidiyorum ben hakkını helal et.”
“Ah bir tanem helâl olsun. Helâl olsun. Ama bir yere gitmiyorsun. Buradasın canım benim.”
Annem babamın yanına gitmiş havaya kalkan eli tutmuş, gözyaşları içinde öpüyordu.
İşte o zaman babamın öleceğini anladım.
Çünkü annem babama adıyla bile seslenmezdi. Sevgisini ifade edemeyen bir nesildi onlarınki Şimdi bir şeyler değişmiş annem o utanç duvarını yerle bir etmiş ve kocasına herkesin içinde birtanem diyordu. Kırk yedi yıllık evliliğinde bir kez olsun demediği bu sevgi kelimesini kullanmak hakkını kendinde görüyordu. Çünkü kocası ölüm döşeğindeydi. Ve ölüm döşeği utancın baskının ve duvarların hâk ile yeksan olduğu bir yerdi.
“Birtanesi” duydu mu kırk yedi yıllık sevgili yoldaşının bu güzellemesini bilemiyorum. Ama Kırk yedi yıldır bir yastığa baş koyan bu kadın ve erkekten birisi uzaklara giderken diğeri onun yanında nefesi kadar yakınındaydı.
Babamı götürdüler.
…
“Merhumu nasıl bilirdiniz?”
Merhumu nasıl bilirdim?”
Babamı… beni yaratan insanı…
Nedense hep bir anı geliyor gözümün önüne… İngiliz Sefarethanesinin duvarlarının dibinden Kamerhatun Camii’nin hemen arka sokağındaki evimize doğru yürüyoruz. Sağ tarafımızda Balıkpazarı. Yokuşun sonu Ömer Hayyam… Babamla Merih Lokantasından çıkmışız. Annem İzmir’e gitmiş. Abim Konya’da okuyor. Baba oğul yalnızız. Babam diyor ki “ Şu lokantaya aç olsam dahi siz yanımda yokken giremiyorum. Boğazımdan geçmiyor.” Çocukları yanında olmadan simit dahi almaktan imtina eden bu adam, oğullarına bir tuhaf ahlak miras bıraktı. O ahlak ki insanın ayağında prangadır. O ahlak ki ruhu parlatan bir ciladır. İnsanı güzelleştirir.
Babamın kimseye bilerek ve isteyerek kötülüğü dokunduğunu sanmıyorum. Ama iyiliği dokunmuştur muhakkak. Herhalde hiç sokak kavgasına karışmadı. Hiç karakola düşmedi serserilikten. Üstelik öksüz bir çocuk olduğu halde... Felçli babasının altını temizlerken on dört yaşında olmalı. Büyükbabam Hasan Utkucu ve büyükannem Zeynep Utkucu… Yazarken bile tuhaf geliyor. Demek ki insan insana sahiden emekle, uğraşla temasla, elinden bir bardak çay içerek bir bardak çayı eline vererek yakın oluyor… Yakınlık denen şey üç türlü hayat buluyor. Bir, yaşayarak; iki, yazarak; üç, yazılanları okuyarak!
Ben şanslıyım. Babamı, yaşayarak tanıdım.
Babam ise önce “ Giritli asîl bir kadın” dediği annesini on dört yaşında yitirdi. Altı ay sonra da babasını. Hasan Bey ve Zeynep Hanım Osmanlıydılar. Esasında Giritli doğdular ve öylece öldüler. İzmir’e 1910’ların başında gelmişlerdi ya, göç onlara göre değildi. Hasan Bey, Zeynep Hanımla İzmir’de tanıştı ve evlendi. Bu evlilikten dört çocukları oldu. Seniha, Nimet, Ahmet İrfan, Mehmet Ali. Girit’ten sürgün edilmesini içine sindiremeyen Büyükbabam belki de bu nedenle Nakşibendi oldu. Ama çocuklarının hiç biri bu mütedeyyin anlayışın etkisi altına girmediler. Giritli olmanın farkı da belki buydu. Bira fabrikasının önünden geçmeye tahammülü olmayan başına asla şapka takmayan bu dindar adam kızlarının kılık kıyafetine karışmayacak kadar Giritliydi. Hasan Bey iyi bir kavaftı. Ayakkabıları tercih ediliyor evini refah içinde geçindirip gidiyordu. Ta ki felç onu yatağa mıhlayana kadar! Büyükbabam 1937 yılında yatağa düştü ve on dört yıl bakıma muhtaç halde yaşadı. Güzelliği ve titizliği ile meşhur büyükannem kırk sekiz yaşında vefat edene kadar hem kocasına baktı hem aile iktisadını idare etti. Bu ağır vazife onun genç yaşta ölümüne sebep olacaktı. Hasan Bey karısının ölümüne ancak altı ay dayanacaktı. Ve o da göçüp gitti ardından.
Babam, öksüz kaldığında henüz on beşine girmişti. Amcam ve iki halam dışında kimsesi yoktu artık. Elbette uzak ve yakın akrabalar vardı. Ama zaman zorlu, hayat, sıkıntılı; yoksulluk, korkunçtu. Tüm sıkıntılara rağmen, aile, hayata tutunmasını bildi. Babam, Agora’nın serseri listesine adını yazdıracağına bir terzinin yanına çırak olarak girdi. Ve ustası Faik Bey’den terzilik ve hayatı öğrendi. Allahsız bir terziydi ustası… Ama en sık kullandığı söz, Allahın adıyla başlıyordu. “Allah iyilerle karşılaştırsın!”
Hayat karşısında ne kadar güçsüz olduğumuzu anlatıyordu bu söz aslında: Bunca kötülüğün ve talihsizliğin içinde bir de iyilerin olmadığı bir sokağa adım atarsanız sahiden ne kadar şansınız olabilir ki…
Babam hayatında bir iyi ile karşılaştı. Öksüz ve yetim olduğu halde hayata tutunmasını bilen, kuytu köşelerde serseri olma ihtimali varken zor olanın hakkından gelen Mehmet Ali Bey’in karşısına kader, yirmi sekiz yaşında Şengül Hanım’ı çıkardı. Giritliler için erken sayılabilecek bir yaşta evlendi.
Şengül Hanım, Mehmet Ali Bey’in hem karısı hem anası hem de babası olacaktı.
…
Hastanenin sabahın bu saatinde dahi bir türlü gelmek bilmeyen asansörünü beklemekten sıkılıp yedinci katta bulunan Kardiyoloji Servisine yürüyerek çıkıyorum. Doktorun sözleri, kafamın içinde kara kanatlı bir kuş olmuş dönüp duruyor. “Tıbbın da yapacakları sınırlı… Elimizden gelen her şeyi yapıyoruz ama yüzde doksan geri dönüş olmayacak. Hazırlıklı olun.
“Ölüme hazırlıklı olmak”. Biliyorum: İnsan ölümüne de yakınlarının gidişine de kendini hazırlayabilir… Kanser vakalarında artık morfinin fayda vermediği acılarla kıvranan hastalar ve yakınları için sahiden kaçınılmaza “hazır olmak” söz konusu değil mi? Ama ölmeden, ölüme alışılmıyor. Özellikle bedensel acılarına rağmen inatla yaşamak isteyenler için.
Yedinci kata ulaştım. Servise girdim. Annem ayakta. Yüzünde sarı sonbahar… Ağlıyor sonra puslu bir güneş açıyor yüzünde sonra tekrar yağmurlar dökülüyor gözlerinden…
“Yaşaması mucize olur dedi doktor! Ah canım! Canım benim.” Murat baban gidiyor!”
Artık annemi sakinleştirmiyorum. Yalan söylemeyi beceremem çünkü. “Anne şu belgeleri teslim ediyorum.”diyerek yanından uzaklaşıyorum. Yoğun bakıma girdim. Ancak içerden açılabilen servis kapısının sağ tarafına yerleşmiş bankoya gelip dosyayı teslim ediyorum. Babam, köşedeki yatakta. Onu son kez sağ olarak görüyorum. Kırk bir yıllık hayatımda babama son kez ama uzaktan bakıyorum. Beni görmesi mümkün değil. Acıyla kasılıyor yorgun bedeni. Doktorlar, ellerindeki kabloları bedenine dokunduruyor, iğneleri ihtiyar tenine batırıyor, hastayı kurtarmaya çalışıyorlar. Yanına gitmek istedim. Hemşire “Lütfen” dedi. “Sizin yapabileceğiniz bir şey yok. Yapılacak her şey yapılıyor.”
Dışarı çıktım. Annemi, servisin dışındaki banka götürdüm.
“Anne sen otur burada. Yorma kendini. Ben içerde bekleyeceğim.”
Çaresizce oğlunu dinledi kadın. Oğlunun orada o veda anında yanında olmasının saklı mutluluğuyla… Acının içinde parlayan bir rahatlama duygusu…
Yoğun bakım kapısına geldim yine… Beklemek… Ölümle hayat arasındaki ince çizgide beklemek... Çaresizce beklemek… Bu ne zahmetli, ne korkunç iş böyle… Servisin ucundaki balkon kapısı sabah havalandırması için açık duruyordu. Yürüdüm. İzmir’in en güzel manzaralı binasının yedi kat yükseklikteki balkonuna çıktım. İzmir, kuzeyden güneye gözlerimin içinde. Güneşli bir cumartesi bugün… Bulutlar şehrin tepesinde sigara molası vermiş işçiler gibi bölük pörçük ama hepsi gökyüzü denen meydanda toplanmışlar. Beyaz, bembeyaz pamuk topları. Güneş tüm sarısıyla şehrin sabahını boyuyor. Korkuluklara yaklaştım. Hayret ne kadar da alçak…. Kaç hasta intihar ediyor ölümle arasına çekilmiş bu bendiıaşıp acaba… Ruhu kilitlenmiş kaç kişi bıraktı yedinci kattan kendini beton zemine… Sert bir rüzgar beni balkondan aşağı itekliyor. Duvara doğru geri çekiliyorum. Güneşin parlaklığı, içimdeki griliğe hükmedemiyor. Babam içerde can çekişiyor.
Sırtımı döndüğümde annemin doktorla konuştuğunu gördüm. Yanına gidiyorum.
“Ne var anne?”
Annem ağlıyor.
“Solunum durmuş. Suni solunum cihazına bağlamışlar. Artık geri dönmeyecek. Dönmeyecek!
Anlamaya çalışıyorum. Solunum durmuş ve şu anda makineye bağlı. Bu ne demek yani. Öldü mü? Sağ mı?… Hâlâ bir umut var mı?
Doktorun yanına gidiyorum.
Sahiden üzgün görünüyor. Buna şaşıyorum. Ellerinden bunca hasta geçerken her yaştan her kaderden insan ellerinde can verirken babama gösterdikleri hassasiyete şaşıyorum. Yoksa mesleki duyarsızlık, bu genç hekimin ruhunu eline geçirememiş mi hâlâ?
Konuşuyor.
“Artık bekleyeceğiz. Geri dönebilir ama bu imkansız gibi bir şey… Bir iki saat daha bekleyeceğiz. Emin olun içerde her şey yapıldı. Ama tıbbın işe yaramadığı anlar oluyor. O anlardan biri de bu…
“Teşekkür ederim.” Diyorum.
Neden teşekkür ediyorum ben de bilmiyorum.
Abim geldi. Annemle sarılıyorlar. Durumu anlatıyorum. Anlatacak bir şey de yok zaten…
Eşimi arıyorum.
“Babam ölmek üzere. Ağır bir kalp krizi geçirdi. Şu anda suni solunuma bağlı, ama … bir umut bekliyoruz.”
Sesim öylesine renksiz ki sanki babamın ölüm haberini değil de hava raporunu sunuyorum. Eşim inanmıyor söylediklerime
“Şaka yapıyorsun değil mi? Neredesiniz eve geldiniz mi?”
Keşke şaka olsaydı.
“Özlem babam ölüyor…”
“İyi ama… Yok yok öyle değildir. Şaka yapmıyorsun değil mi?
“Şakacı çoban karısını ikna edemiyor bir türlü.”
“Doktor geliyor, kapatmalıyım.”
Sakallı gençten bir doktor yanıma geliyor.
Başınız sağ olsun. Babanızı şimdi kaybettik.
Annemin çığlığını duyuyorum.
İçimde bir duvar yükseliyor, yükseliyor. Hissizlik duvarı…. Sanırım durumun kritik olduğunu duyduğum an örülmeye başlayan duvar son haberi aldığımda beni ölümün bu tarafında dışında bırakıveriyor ve o andan itibaren ölümle temasımı kesiyorum. Bir koruma önlemi mi, acıya karşı bir refleks mi yoksa, yoksa bir hastalık hali mi bilemiyorum. Ama bu kopukluk hâlâ içimde devam ediyor. Hâla ağlamadım. Ağlayamıyorum.
Abim, ağlıyor ama. Koridorda bekleyen hasta yakınları bize bakıyor. O bildik bakış. Babasını kaybetmenin ne demek olduğunu bizi inceleyerek anlamaya çalışıyorlar. Ve kendi başlarına gelmediği için gizli ve kendilerini bile utandıran bir sevinç duyarken aynı zamanda hastalarını kaybetme ihtimaliyle yüreklerine düşen kor, ruhlarını kavuruyor. Bu kirli ve insanî merak nedeniyle herkes ölüm döşeğindekileri görmek ister. İdam meydanları o yüzden hınca hınç doludur. O yüzden televizyon programlarında acı çekenlerin yüzlerine yakın çekim yapılır. İnsanlar başkalarının acılarını paylaşmak için değil o acıdan uzakta oldukları duygusuyla ve bir gün kendi başlarına da geleceği endişesiyle bakarlar kurbanların yüzüne... Karısı tarafından aldatılan adamın yüzüne bakma isteğinin sebebi budur. Asker cenazelerinde oğlunu toprağa veren ana babanın yüzüne bakma arzusu da… Hatta tecavüze uğramış bir kadının incinmiş aşağılanmış görüntülerini kaçırmama isteğinin de…
Televizyonlarda başkalarının acılarına karşı bu kadar hassasiyet gösterenlerin bir dakika sonra bir başka habere kahkaha ile gülmelerinin sebebi de budur.
İnsan üzülürken bile sevinme hesapları yapan ve sevinirken kahredici bir üzüntüyle kıvranan bir zavallı varlık değil mi?
Ölümünün farkında olmak… Böyle bir acıyla hesaplaşmanın bedeli belki de bu!
İnsan nedir? Çelişen hayvan…
İçindeki meleğe hayretle bakan şeytan…
İnsan nedir? Kendinden tiksinebilen hayvan…
…
İstanbul’a önce babam gitti. 1970 yılı olsa gerek. Teknoloji, babamla aramdaki ilk kopuşun sebebiydi. Konfeksiyon ucuz ve seri üretim anlamına geliyordu. Bu aslında kötü bir şey değildi… Herkes daha çok giyinebilecekti. Ama herkes için iyi olan birileri için kötü olabiliyor. Bu tuhaf iktisadı kuranlar insanı hesaba katmamışlar anlaşılan…Terzilik mesleği eski üretme gücünü kaybedince babama da İstanbul yolları gözüktü. Terzihanesini kapatıp yollara düştüğünde üç yaşındaydım. Nasıl gitti? Kim bu yolculuğa aracılık etti? Bugüne kadar sormayı akıl edememiştim. Şimdi ise böyle bir şansım yok… Nihayetinde ayda bir eve gelen babamla bu kopuşun etkisi ağır oldu. Yağmur yağdığında şemsiyeli adam resimleri çizerdim babam ıslanmasın diye… Bir otobüs resmi çizerdim binip gelsin diye… Hasretler çizer, ama çizdiğimin hasret olduğunu henüz bilemez sadece yaşardım. Daha sonra bu kadar iyi resim yapamayacaktım.
Sonra İstanbul’a gittik. 1972 temmuzunda bir kamyonun içinde Agora sütunlarına bakan mahallemizi terk ettik. Çocuklar nasıl da her durumda eğlenmesini biliyorlar. Mutlu olduğumu hatırlıyorum. Son Osmanlı Rumlarının yaşadığı bir mahalleye geldiğimizde şaşırdığımı hatırlıyorum.… Şu eski Pera’ya… Aynalı Çeşme Mahallesi Duraç Sokak’taki 38 No.lu eski rum evine… Ağaç Çileği sokakla Çekiç Sokağın kesiştiği yere. İstanbul sokak adları kadar güzeldi… Sokağımızdaki dışı oymalarlar içi resimlerle süslü evler de…
Her milletten, her dinden her mezhepten insanın yaşadığı bir semtte geçirdiğimiz yıllar… Çocukluk ve ilk gençlik yılları… Babam küçük atölyelerde çalışmaya başladı… Bazen parça başı bazen haftalıklı çalışarak bazen de işsiz kalarak ama her defasında bedenen tükenmiş halde eve dönerek… Yine de ağır yorgunluğuna rağmen akşamları gazete okumayı bırakmadı. Dönemin tek kanallı televizyonundaki yarışma programlarında bizi her defasında yener, sonra bir ilkokul mezunu karşısında dökülen orta ve lise talebesi oğullarına mağrur bir edayla bakar. Babanızı görüyorsunuz değil mi derdi. Her gün evimize bir gazetenin girdiğini hatırlıyorum. O dönemde Tercüman gazetesi evimizin siyasi kültürel besin kaynağıydı. 1 Mayıs 1977 Katliamının “solcuların işi” olduğunu da bu gazeteden öğrenmiştim. Solcuların ne “lanet insanlar” olduğunu da…
Ama babamın saf adalet duygusu, Tercüman Gazetesinin yalanla beslenen antikomünizmiyle hiçbir zaman zedelenmedi. Demokrat Parti geleneğine bağlı olduğu halde 12 Eylül günü üst kat komşumuz sendikacı Dursun Bey’in artık yasadışı olan tüm belge kitap ve dosyaları bizim ve üçüncü kattaki alevi komşumuz Feride Hanımların evine elleriyle taşımaktan yüksünmüyordu. Ülkede bir darbe olmuş ve komünist bir sendikacıyı işkence tezgahlarına gönderecek valiz dolusu kitap bizim eve indiriliyordu. Çünkü babam ustasının çırağıydı. Ve iyilerle karşılaşmak için zor durumdaki insanlara iyilik etmek gerektiğini biliyordu. İyiliği de bir karşılığı var diye yapmıyordu zaten… Ana babası ve ateist ustası ona böyle öğretmişlerdi. On dokuz yıl sonra Ankara’da, Saadet Teyze, aynı ahlak anlayışıyla beni işkencecilerin elinden kurtaracaktı. Karşılık gözetmeyen ve sevgiyle beslenen ahlak anlayışıyla…
Saf bir iyilik anlayışıydı babamınki. Sanırım ben de bu saf iyilik arayışı içinde sosyalizme meylettim. Fakülteye girdikten kısa bir süre sonra hocalarımıza rağmen solla temas edince ilk iş okuduklarımı babama anlatmak olmuştu. Marks’tan artı değerden sömürüden, babamın terzilikten işçiliğe kayan kimliğinden başlayıp yumruklarımız ve zincirlerimiz cümlesiyle noktalanan uzun konuşmalar…. Sovyetlerde seyahat özgürlüğünün olmadığından söz ederdi hep… Ben de ona seyahata çıkacak kadar parası olmadığından bahsederdim… İktisatla özgürlük arasındaki ilişkiden…Babam çalıştığı süre boyunca işsizlik ve bayramlar hariç hiç tatil yapmadı. Yapamadı. Üniversite ikinci sınıftaydım sanırım. Bana “Anlattıkların güzel şeyler ama gerçekleşmesi imkansız bir rüya” demişti. Babamı komünist yapamadım. Ama bir komünistten çok da farkı yoktu herhalde. Ne malı mülkü vardı ne kimseye hasedi kini ve düşmanlığı…
…
Sabah dokuza bir var. Karanlık bir Pazar sabahı… Babam dün öldü. Ve onu biraz önce Mezarlıklar Müdürlüğünün koridorlarında tabutların dolaştığı köhne binasındaki odasından aldık. Koyu kahverengi tabutun ciddiyetini fiberglas malzemeden yapılmış olması bozuyor. Babam bu plastik kutunun içinde yatıyor. Yapılacak son bir iş için tabutu gasilhanenin önündeki sıraya diğer ölülerin yanına yerleştiriyoruz. Bekliyoruz. Abim tabuta dokunuyor arada sırada. Dokunduktan sonra ağlıyor. Gözyaşları dinince yine elini babama dokunurcasına tabutun üzerine koyuyor. Ben fotoğraf çekiyorum. Anları fotoğrafa hapsedip onlara müebbet hapis cezası veriyorum… Zamanın kahrediciliğine karşı bir isyan bayrağı patlayan her flaş… Ölümü yenmeye çalışmak… Bir ölünün yüzünü fotoğraflayarak onu sonsuza kadar yaşar kılmak…
Babamın adı okunuyor.
“Burada”
Onun yerine biz yanıtlıyoruz. Ve Plastik kutuyu dar bir kapıdan genişçe bir odaya sokuyoruz. Odanın duvarlarında borular, ortasında bir mermer yatak, yatağın kenarında iki gassal…
Tabutu mermer yatağın yanına yanaştırıp kapağı kaldırıyor ve beyaz bir örtüye sarılı ölüyü hep beraber bu taş yatağa yatırıyoruz.
İki gassal, maharetle ölünün beyaz örtüsünü kaldırıp duvarların görmesine izin vermeden avret yerine havlu örtüyorlar. Sonra tören başlıyor.
“Neden yıkıyorsunuz?”
Sorumu anlamıyorlar
“Yani biraz sonra toprağa vereceğiz ve beden çürümeye başlayacak şimdi neden yıkanıyor ki”
İmam olduğunu öğrendiğim gassallardan biri cevap veriyor.
“Şimdi Allahın huzuruna çıkarken temiz olmak gerek. Ölürken beden içindekileri boşaltır. Bu nedenle maddi temizliği yapmak gerekiyor.”
Sözünü ettiği boşalma halinin özellikle idamlar esnasında yaşanabildiğini kitaplardan hatırlıyorum.
Gassal elindeki köpürtülmüş lifi babamın bedenine sürüyor. Bu yıkama ritüelinin aslında bedenin yok olmasına karşı bir pagan inanışın tek tanrılı dinlerdeki ayak izi olduğu ortada… İki saat sonra toprağın derinine bırakılacak ve orada hızla dağılacak bir bedeni sabunlu sularla yıkamanın başka ne anlamı olabilir ki?
Bu yıkama ayininin gusül abdesti olduğunu söylüyor Uşşaki tarikatına mensup dayım. Bir ölüye gusül abdesti aldırmak da bir başka tuhaflık… Yine ölünün bedenine canlı muamelesi yapmak aslında.
Sürekli ruhtan söz etse de Ortadoğu dinleri bedeni kutsuyorlar… Bedensiz bir öte dünya düşünemiyorlar. O yüzden cennet bir yeme içme ve sevişme mekanı kutsal kitaplarda. O yüzden Kuran sürekli bakire kalacak hurilerden ve tomurcuk memeli kızlardan söz ediyor. Bedeni zevkler ince ayrıntılarla anlatılıyor. Elbette sûfiler gizli anlamların peşinde cennet zevklerine tevessül etmiyorlar.
“Alıştınız mı? Ölü yıkamak nasıl bir iş. Artık ölü bedenler sizin için bir şey ifade etmiyordur değil mi?”
İnce bıyıklı yirmi beş yaşlarındaki imam yanıt veriyor.
“Başlangıçta yemek yiyemiyorduk. Ama sonra insan alışıyor. Ama bu ölüm çok güzel” derken babamı gösteriyor. Burada parçalanmış cesetler gördük. Geçen hafta trafik kazasında böyle iki cesedi yıkamıştık. Yirmi yaşında bir genç vardı. İntihar etmiş… O da çok etkiledi beni. Çocuklar geliyor bir de… Sekiz yaşında bir çocuğu yıkadık. İnsanın yüreği parçalanıyor.
Babaları ihtiyarlayıp ölenlerin acılarıyla sekiz yaşındaki evlatlarının cesedini almak için gasilhanenin kapısında beklerken çekilen acı arasında nasıl bir uçurum olduğunu kelimelerle anlatmaya gerek yok.
Babamın o uzun ve güzel parmaklarına bakıyorum. Sonra yüzüne… Ellerini ve yüzünü fotoğraflıyorum. Sonra parmaklarını seviyorum. Bu güzelim terzi eller kaç elbise dikti kaç mektup yazdı kaç kez yanağımı okşadı kaç kez dua etmek için göklere açıldı. Bu eller bir başka insanın canını acıtmak için havaya kalkmadı. Bu eller “haram”a el sürmedi, günah bildiğine dokunmadı. Hiçbir haksızlığa aracılık etmedi.
Bu elleri tanıyorum. Babamın elleri… Babamın maharetli terzi elleri…
Yüzüne bakıyorum. Sanki uyuyor. Kim bilir hangi düşün içinde şu anda. Ama hayır. Beyin aurasını kaybedeli yirmi dört saat geçti. Bütün düşler çekip gitti o güzel başından. Ama yüzü hala bir düşün izlerini taşıyor. Hayır olsun!
Babamın yüzüne dokunuyorum.
Yaşarken de güzeldin. Öldüğünde de güzelsin!
İç sesimin mi konuşuyor yoksa sesimi duvarlar duyuyor mu bilemiyorum.
Ebu Bekir, inandığı dinin peygamberi, damadı ve aslında mücadele arkadaşı Muhammed’in cansız yüzüne bakıp bunu söylemişti tam bin dört yüz yıl önce. Şimdi bu sözler, babama ne kadar da yakışıyor.
Öldüğü esnada çenesine bağlanmış bez boğazında iz bırakmış. Vücuduna dokunuyorum. Sabaha kadar morgda kaldığı halde hâlâ sıcak…
Abim daha fazla kalamıyor içerde. Kendini dışarı atıyor. Ben ölümü yenmek için içerdeyim.
Birkaç fotoğraf daha alıyorum. İmamlar biraz tuhaf bakıyorlar. Sorularım da rahatsız etmiş olmalı. Belli etmiyorlar ama... Hiç konuşmayan diğer gassal aniden elime duş ahizesini tutuşturuyor.
“Bu ne?” diyorum
“Babanızı yıkayın. Sevaptır. Diyor
Peki diyorum. Beyaz saplı ahizeyle babamın bedenine su tutarken o da köpüklü lifi sürüyor.
Babamın yarı aralık ağzından su giriyor. Sonra ibrikten taşar gibi ağzından boşalıyor. Ölüm bedenin nesneleşmesinden başka bir şey değil. Şimdi daha iyi anlıyorum. Ölü bir beden sahiden de ruhun olduğuna ikna edebilir insanı. Plastikleşen bir bedenin daha dün nasıl da bir başka şey olduğunu bilmek ölümün aslında bedeni terk eden bir “şeyin” yokluğu anlamına geldiğini düşündürüyor. İnsanlar, ruhu sadece bir ölümden korkma hali olarak yaratmamış ayrıca ölüyle diri arasındaki bu plastik farkından da göçebe bir şeyin varlığına ikna olmuş … Nasıl da rahatlatan bir kabul!
Babamı plastikleştiren şeyin onu terk eden bir göçebe varlık, Mehmet Ali Utkucu’nun özü olmadığını bilmek acı veriyor. Bir daha görememek. Ve son kez bakıyor olmak…
Ama o geceleri karabasanlarla gelen ölüm korkusunun anlamsızlığının ayırtına varıyorum bir anda… Demek mesele gizde… Kefenin düğümü çözmek ve plastikle temas, ölümü alt etmeme yardımcı oluyor.
Ölümün basitliği ve kahredici hiçliğine rağmen sıradanlığına tanık oluyorum. Bu şahitlik, ölümü karanlık dehlizlerden çıkarıp yanı başıma getiriyor. Bu kadar basit işte… Uyudun uyanamadın olacak diyordu Cahit Sıtkı şiddetli bir yokoluş acısıyla. Ben de uyudun ve uyanamadın olacak mesele bu kadar basit diyorum…
Sağol baba… Son dersini verdin bana. Artık ölümden korkmuyorum.
…
Babasızlık tuhaf geliyor. Bu o kadar tuhaf ki hiçbir açıklanabilir bir sebep yok iken kendini eksikli hissediyor insan. O baba ile hayattayken hiç konuşmuyor olabilirsiniz. O baba dilsiz de olabiir. Ya da felçli. Ya da acılar içinde kıvranıyor ve sadece acılarını dindirmek için çevresinde dolanıyor da olabilirsiniz. Ama babanın ölümü sizin varlığınıza indirilmiş bir darbe gibi yüreğinizin orta yerine taş misali oturuyor. Kolunuz kanadınızın kırılma sebebi de bu belki… Sadece sizin ölümünüzün habercisi değil bu kayıp, daha da önemlisi sizin varoluşunuza yapılmış ölümcül bir saldırı…
Şu birkaç gündür ne çok arkadaşla konuşuyorum. Ama nedense babasızlara kendimi yakın hissediyorum.
Cenaze namazında baş sağlığı dileyen arkadaşıma babasının hayatta olup olmadığını soruyorum. Yaşıyormuş. Tuhaf bir yokluğu derinden hissetme, ona özenme duygusu kuşatıyor yüreğimi. Hayır, değil. Düpedüz kıskanıyorum. Ve kıskançlığıma hayret ediyorum. İçimi zehirli sarmaşık gibi saran bu bencil ve kötücül duyguyu anlamaya çalışıyorum.
“Elmadağl”ı ne demişti. “Babamla herkes gibi kavga ederdik. Bağırır çağırırdı ama kaybı öylesine derinden sarstı ki bir anda güvendiğin dağın un ufak olduğunu gördüm sanki… Kolum kanadım kırıldı. Aslında baba hiçbir şey yapmasa yapacak hali olmasa da varlığıyla sana güven veriyor. Daha bunu hissedemezsin ama bak ilerde benzer duyguları yaşadığını göreceksin.”
Haklıydı.
Bu yokluk halini en sert kızımın sözlerinde yaşadım.
“Babacım bak senin baban öldü. Annemin babası da çocukken öldü. Sizin babanız yok. Ben çok şanslıyım. Çünkü benim annem ve babam yaşıyor…”
Bu çocuk saflığında sözlerin yüreğimi bu kadar yaraladığını görmek de şaşırtıyor beni. İhtimal eşim onbir yaşında kaybettiği babası için hâlâ kanamaya devam ediyor. Düşünüyorum da son iki yıldır babamla görüşmelerimiz sadece sağlık üzerineydi. “Babacım nasılsın. İyiyim oğlum. Sen nasılsın. Sağol Baba biz de vaziyeti idare ediyoruz işte.” Bir de babamın duaları… “Allah iyilerle karşılaştırsın! Dur seni bir okuyayım.” Der Sonra okur ve üflerdi hangi Arapça dualardan medet umduğunu hiç bilemedim.
Bu eksik ilişki hali bile nasıl da doyurucuymuş meğer.
Ama bu kadar değil.
Babalar ve oğullar arasındaki ilişki yaşlı ve genç adam arasındaki ilişkinin ötesindedir. Oğul, babasında kendisini görür. Baba ise oğlunda ikinci bir şansı. Oğul, hayat karşısındaki başarısızlıklarının faturasını babaya keser. Baba ise ikinci şansını değerlendirememekten oğlunu mesul tutar. Fakat bu niyet ve talepler savaşında baskın taraf oğuldur. Babasını gelecekteki kendisi olarak gördüğü için bir başkasına gösterdiği hoşgörüyü o yaşlı adamdan esirger. Baba idealize edilmiş bir figür olmaktan ne kadar uzaklaşırsa çatışma o kadar şiddetlenir. Babanın o anki yetersizlikleri, acziyeti, hastalıkları hatta konuşacak halinin olmaması bile oğlu huzursuz eder. Çünkü baba oğulun yirmi yıl sonraki halinden başka bir şey değildir. Oğul bunu acıyla görür ve saldırır.
Baba ve oğul arasındaki gerginlikler iki tarafın birbirinden almak istedikleri ile ilgilidir. İki taraf da şanssızdır. Çünkü birbirlerinde kızdıkları itiraz ettikleri aslında kendi varlıklarının ta kendisidir.
Ben bu öfkeyi de yaşadım.
Bu şanssızlığın bilincinde… Öfkemin ve taleplerimin saçmalığını ve son tahlilde koyun ve bacak ilişkisinin tamamen kişisel bir mesele olduğunu bildiğim halde ben bu savaş cephesinin içinden geçtim. Babam öldüğünde hala mevzideydim.
…
İki saatlik bir beklemeden sonra saat 11’de babamı “servise çıkan” cenaze arabalarından birine koyduk. Üç araçlık bir konvoyla eve gidiyoruz. Abimle aramızda seyreden cenaze aracının içinde fiberglas tabutun içinde babam upuzun yatıyor.
Bir gün biz de bir tabutun içine konulacağız, bir tabutun içine konulduğumuzun farkına varmadan.
Bir gün biz de “çürüyen organizmamızın” yeter dediği bir anda noktayı koyacağız şahsi hayatımıza
Babam zorlu hayatına rağmen iyi yaşadı. Karısının ve oğullarının yanı başında verdi son nefesini…
Karaburun’un bir köyünde çocukken bile hiç çıkamadığı yaz tatillerine dört sene boyunca çıktı. O köyde ikinci bir hayatı yaşadı. O köyde tesadüfe bakın ki altmış sekiz yıl önce ilkokulu birlikte okuduğu arkadaşının kocasıyla karşılaştı. Damatlığını da kendisi dikmişti. O köy ona hayat verdi. Keyifle yaşadı. Sevildi, saygı gördü. Adına selâ verilen ikinci cami, o köydeydi.
İyi bir babaydı. Çocukları yanında yokken boğazından lokma geçmeyen bir adam… Harama uçkur çözmeyen bir koca… Eline alın teriyle kazandığından başka ekmek değmemiş emekçi.
Bana ölürken hakkını helal et dedi.
Ne hakkım vardı bilemiyorum.
Beni yaratan oydu. Ve Tanrım benden helallik istiyordu.
Sevgili Babam asıl sen hakkını helal et.
Tüm şu soru işaretleri ve ruh bunaltısı içinde kıvranan,eşit, özgür ve vicdanlı bir dünya arzulayan şu duygusal şu tutarsız şu çelişik, şu karışık kafanın varlık sebebi olduğun için.
Beni ben ettiğin için.
Öte taraf yok; biliyorum.
Çoktan bedenin şekil değiştirmeye başlad;ı farkındayım.
Ama “Görüşmek üzere ilerde bir yerde” diyorum. Mümkünse dört yaşındayken ben… Sen de otuz altı yaşında. İsmet Paşa İlkokulunda otuz yedi yıl önce aile fotoğrafı çektirdiğimiz duvarın hemen önünde buluşalım.
Hayali dahi güzel
Ben orada olacağım.
Hızır Murat Utkucu (Mehmet Ali’nin Oğlu)
Kitap Odası İlahiyat 07:49 Çarşamba 2008 10 Aralık Üçüncü Bayram
Kösedere Köyü Karaburun 12:12 Perşembe 2008 11 Aralık Dördüncü Bayram
“Babama”
YOK
"Babam yok benim ağaç.
Anam yok. Kardeşim yok.
Her gün bakarım yüzüne babamın.
Beni göresi yok.
Kendime cezayım dünyada Ağaç.
Şu alemde yerim yok.
Kendimin cehennemi.
Kimsenin bilesi yok.
Sen beni sev ağaç.
Rahmanım ol, rahim ol.
Allah'ın sevesi yok."
Comments