top of page
  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

Merhabalar

Ben, Utkucu

WhatsApp Image 2022-07-15 at 18.43.32.jpeg

Doğduğum dönemde revaçtaki oğlan adlarından biri bizim de kaderimiz olmuş. Adım Murat Soyadım Utkucu. Hakikat o ki soyadımın Türkçe karşılığı yok. Zafer kazanmayı meslek edinmiş insan. Victorier! İngilizce’de de yok üstelik. 1934’te ne oldu da bu kelime babamın aile adı haline gelmiş bilen yok. Babamın dediğine göre nüfus memurunun müdahalesi. Kendimi anlatmaya başlayamadım henüz. Farkındayım. Anlatacak ne var? Bir fikrim de yok doğrusu. Anlat denince insanın aklına bir şey gelmiyor. Şu hayatta ne yaptım? “Her ölen pişman öldüğüne” göre her biyografisini yazan da pişman olmalı. Pişman mıyım? Artık değil. Çünkü şu hayatta öğrendiğim –ağır girizgâh- bir şey varsa her an bir önceki anımızdan pişmanız ve bu durumda şu yazdığım an için de yarın pişman olacağım demektir. Öyleyse “sal gitsin”! Bu motivasyonla başlayım da okur şu “Blogger” kimdir necidir neyin nesidir öğrensin. İzmir’de doğdum. Agora’ya inen yokuşların birinde iki katlı bir evde. İlk güzel anılarım bu evde. Ki çocukluk güzel hatıralar ülkesidir. Bir düşünün, var mı çocukluğunuzdan hemen aklınıza gelen bir Stephen King karanlığı? Var olanlardan özür. Çünkü sahiden trajik bir hatıra lekesi ile yaşamak zorunda kalanlara bunu tekrar yaşatmış oldum. Altı yaşına kadar akşamları çocukların ve sakinlerin sokağa misafir olduğu bir şehri yaşadım. Sonra babamın İstanbul’a- ekonomik iç göç- gitmesiyle baba hasreti… Babayı özlemek.  Tuhaf. Bunu ilk kez burada yazarken hissediyorum. Ve bu yaşta. 2007’de vefat eden babamı görmeyeli 15 sene olmuşken. Ve sonra babam bizi İstanbul’un Pera’sına götürdüğünde memleket-şehir hasretiyle tanıştım. Annemin yüksek yüksek tepelere kız vermesinler türküsüyle sıla-gurbet dikotomisi ile birlikte.

Kasımpaşa Sururî İlkokulu, Ahmet Emin Yalman Ortaokulu ve Kasımpaşa Lisesi… Günün belli saatlerinde güneşin evlerin duvarlarına saçlarını dokundurup geçtiği sokaklarda, görkemli Rum malikanelerinden bozma evlerde geçen çocukluk. Banyosuz lakin oda duvarları resimlerle dış duvarları fresklerle süslü enfes bir taş apartman. Ülkenin bütün şehirlerinden gelmiş yerli mültecilerin Payitahtın son Ermenileri son Rumları son Yahudileri ile buluştuğu o kaotik o heyecan verici kültür karmaşası içinde yaşamaya çalışan Millet-i Fukara. Madame’lar, Mösyö’ler, Bağdagül Teyzeler, Aliyanımlar, Sendikacı Dursun Bey’ler, Sucu Musa’lar, Muazzem Hanımlar…. Kasımpaşa’da yaşayıp da havasından suyundan pek bir şey almamak… Bu iyi mi kötü mü bilemedim. Aynalı Çeşme’nin en terbiyeli –muhallebi- çocukları abim ve bendik. Evin ve mahallenin okuldaki yıldızlı talebesi de ben.  İyi kompozisyon yazan, çalışkan matematiği berbat lakin hocaların gözbebeği hırslı talebe.  Bu hırsın sınıfta yarattığı negatifliği son sene sınavlarda arkadaşlarıma kopya vermeye başlayarak aştım. Çünkü hayat ders değil. Hayat düpedüz hayat demekti ve hayat da dışarıdaydı. Bu nedenle İstanbul’da o kadar üniversite varken Siyasal Bilgiler Fakültesi Mülkiye’ye gitmeyi tercih ettim. Bunu da şimdi fark ediyorum. İnsan yazarken kendini anlar mı? Yoksa anladığını mı yazar? Ah Sen Muhteşem Tanrı: Diyalektik…

Yaralı Arslan Siyasal, darbenin hışmıyla zor durumda olsa da halâ yelelerinde muhalif bir ruh dalgalanıyordu. O dalga beni ve arkadaşlarımı solcu yapacaktı. Elbette Sendikacı Dursun Abi’nin Pera’daki kitaplığının katkısıyla.

Fakülte hayattı. Tek başına ayakta durmaktı. Özgüvendi. Bilgiydi. Terimi riskli bulsam da yine de severim: Evet aydınlanmaydı. Değerli hissetmekti. Misyondu. Eskatolojiye girişti. Ve devletle kafa kafaya gelmekti. Geldik. Devleti Aliyemiz, Komünist gençlerin entelektüel, hümanist ve serdengeçti devrim hayallerine acımadı. Acısa şaşardık. Zaten acısın diye bir beklentimiz de yoktu.

Hacette Üniversitesi Kamu Yönetimi’nde yüksek lisans yaparken, devlet artık siyasi faaliyetlerimizle ilgilenmeye karar verdi ve fazlasıyla eğitim aldığıma. Yüksek Lisans eğitimim noktalandı.

Sonra Reel Sosyalizm’in dağılması ve düşman konseptinin sadece adının değişmesiyle Devlet bize layık gördüğü TCK’nın ilgili maddelerini kaldırmaya karar verince bir anda suçsuz günahsız, pir-ü pak yurttaşlar olarak hayata geri döndük. Döndüm. Şu hakikat ki Devletin bin yıllık hafızası asla unutmaz. Dosyalar, arşivler ve gerektiğinde hemen raftan indirir.

Fakülte bitti, Devlet takibatı bitti. Devrim serüveni bitti. Eve döndük. Evlendik. İki kız çocuğu ile çoğaldık. Okuduk okuduk okuduk. Sonra “Hayatı nefes gibi içine çekmiyorsan aldığın her nefes seni çürütür” diyerek yazmaya başladık. Otuzlu yaşlarda intihar üzerine yazmak ne tuhaf ki aslında deli gibi yaşama arzusunun bir yansımasıydı. Sadece kendime otuz yaşında otuz sayfa intihar yazdım.

Sonra işsizlik, sonra yeniden işlenmek, sonra ayrılık, sonra yeni aşklar, sonra Demirkubuz’un Bekir’ini tecrübe etmeler, sonra ruh asansörünün eksi ile artı arasında mütemadiyen salınımı ve sonra sonranın bir yerinde önündeki sonralar azalmaya yüz tuttuğu bir anda bir es verip, neredeydim ne oldum demeler ve son nefese kadar bitmeyen sorgulama varlık yokluk çatışmaları, değer meselesi eros-thantolos gerilimi ve asla durmayacak bir trende olduğumuzun farkında, pencereden bakarken bir yandan lokomotif ve ötesinde ray olma arzumuz ve kafada cevapsız öleceğimizi bildiğimiz soru: Kine em? Ben kimim. Bu yol nereye ve neden yoldayız? Amaç ne? Olmadığını bildiğim halde yine de o merakla muhteşem sırrı keşfetmek için nefes almaya devam etmek. Bu arada çalışmaya, yemek yapmaya, arkadaşlarla kaynatmaya, badminton raketiyle o saçma topu kovalamaya, Netflix izlemeye ucuz romantik filmleri ne kadar saçma olduğunu bilerek izlemeye ve Örümcek Adam serisini heyecanla takip etmeye devam. Devam. Yola devam!

Yolda olmak bir iç yolculuk mu sadece? Yolu  görüyorum. Gördüğümü gören gözlere ihtiyacım var..  Yoldaşsız yol alınmaz? Blog o yüzden  var oldu. Birlikte yol almak için yola devam!

bottom of page