top of page
  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

Çizmesini Ambulansta Çıkarmaya Kalkan Madenci'ye Mektup

  • Yazarın fotoğrafı: Murat Utkucu
    Murat Utkucu
  • 29 Eki 2022
  • 5 dakikada okunur



Sayın Murat Yalçın;

Biliyorum, bu satırları okuduğunda şaşıracaksın. Günlerdir gazete ve televizyonlarda hakkında yazılıp söylenenleri duyduğunda inanamamıştın ihtimal! Buna da inanamayacaksın. Ama ne tuhaf değil mi? Ne kadar asil bir duygunun insanı olduğu söylendi sana. Senin gibi adamlar oldukça bu ülkeyi beş bin yıl kimsenin yıkamayacağını yazdı biri. İnsanlık sende cisimleşmişti ve kömürlü ayaklarına yüz sürmek istiyorlardı işte. Bize hem ahlak hem devlet dersi vermiş, kamu malı nasıl kullanılır göstermiştin. Sendeki edebi, tarif etmeye sanat ve ideolojinin yetmeyeceğini söyledi bir İslamî. Yoksulluğun zarafetinden dem vurdu hızını alamayan bir şair. Sense bir türlü anlatamamıştın ilk gün, katliamdan bilmem kaç saat sonra seni kurtarıp ambulansa taşıdıklarında neden çizmeni çıkarmak istediğini? Neredeyse Hemşireye Abla mümkünse ben yerde oturayım! diyen o şaşırtan hâllerini. Hani hızını alamasan, Ben kamyon kasasında da giderim şimdi ambulansı meşgul etmeyim hasta filan vardır! diyecektin. Öylesine mahcup ve suçlu duruyordun ki madeni sen çökerttin sanırdı dışarıdan bakan biri.

Bir gün sonra yeterince üstünde düşünmüş olmalısın ki şöyle cevap verdin gazetecilere: “Benden sonra gelen arkadaşların üstü kirlensin istemedim.” Bu cevap da sosyal medyada yankı buldu. Hayranların bir kez daha twitledi. Ama ortada bir saçmalık vardı: Arkadaşların da tepeden tırnağa kömür karasıydı. Yani ortada ne temizlik meselesi vardı ne de kimsenin titizlendiği!. Asıl ikna edici cevap sonra geldi senden: “Devletin malına zarar gelsin istemedim. Ailemden gelen terbiye ve yetişme şeklim nedeniyle öyle davrandım!




Sevgili Murat; dost acı söyler. Lütfen söylediklerimi yanlış anlama. Bilmeni isterim ki aynı taraftayız seninle. Hayır empati falan yaptığım yok. Sahiden o ambulansta ne hissettiysen ben de o duyguları yaşadım vakti zamanında ve belki hâlâ devam ediyorum yaşamaya. O aile terbiyesi var ya, işte o terbiyenin aynısı bana da verildi. Ama ben senin gibi övünç duyamıyorum bununla! Çünkü biliyor musun Murat, o aile terbiyesi yüzünden beş yüz madenci can verdi ocakta. Çünkü senin iftiharla aile terbiyesi dediğin şey bizim kahrolası aczimiz ve aşağılık kompleksimizdir. O terbiye ki devletin karşısında boynumuzu büker, patronun karşısında dilimizi lal eder, karakolda ceket ilikletir, jandarmada kepimizi elimizde ezdirir. O terbiye ki haksızlıklar karşısında susmamızın sebebi, utancımızın müsebbibidir. Murat, Sevgili Kardeşim, arkadaşlarının cesetleri henüz sıcakken ve sen son anda ölümden kurtulmuşken o üç kuruşluk sedyeye uzandığında, sahiden başka şey neden gelmedi aklına hiç düşündün mü? Devletin senin canını hiç düşünmediğini, düşündün mü mesela? Bir yemek parasına fit olan müfettişlerin düzmece raporlarını düşündün mü? Ve bu nedenle boğularak ölen arkadaşların neden aklına gelmedi be Muradım! O beş yüz emekçinin hayatı sana bir sedye kadar değerli gelmedi mi? Peki, kendi hayatın? O dağın altından çıkmasaydın şimdi ağıtlar yükseliyordu evinden! Mezarından doğrulup kızına yine temizlik imandan gelir diyecek miydin be oğlum? Yok be Murat lütfen gönül koyma, biliyorum bu senin bencilliğin değil. Ama ölüm ânı bile ezikliğimize hâl çaresi olmuyorsa yazık bize be Murat. Yazık bize!






Sana övgüler düzen o insanlar var ya burunlarından kıl aldırsalar dünyayı ayağa kaldırırlar! Ama iş senin çizmene gelince nasıl da hisleniyorlar değil mi? İnanma onlara Murat! Madem bu kadar takdir ediyorlardı da neden senin gibi yaşamadılar bugüne kadar? Çünkü onların dünyaları bize benzemez de ondan. Onlar bizden daha değerliler. Çocukları da... Bizden çok var Murat. Ölsek yenilerimiz gelir yerimize. Onlar ise biricik! Biz o sedyede yatarken bile huzursuz oluruz kirletiriz diye. Babalarımız böyle öğretti bize. Onlar, bir sedye daha ister yedek olsun diye! Senin aile terbiyenden söz eden Ertuğrul Özkök var ya hani Ahmet Kayamızı elimizden alan o süslü gazeteci, işte o senin terbiyenin sırtına basıp yaşadı tatlı hayatını. Hani bir şair var senden bahsederken yoksulluğun zarafeti diyor. Rüzgâr Dolu Konaklar aşkına o ağa kızıdır Murat, yoksulluktan ne anlar? İkimiz de biliyoruz ki yoksulluğun zarafeti olmaz Murat! Acziyeti olur. Yoksunluğu olur. Ezikliği olur. Ama zarafeti olmaz. Yoksulu güzelleştirense tevekkül değil isyan duygusudur. Bizi yuvarlandığımız çukurdan çıkaran budur. Bu edebi güzellemelerden bize fayda gelmez dostum. Yoksulluk ne kaderdir ne arzu edilen. Bize cenneti gösterip bu dünyada cenneti yaşayan Ebu Lehep’in çocuklarını unutma!




Bir Ege kasabasındaydık. Büyük bir şirketin zeytin alım merkezinde çalışıyorduk. Sırayla zeytin üreticileri konteyner büroya giriyor, mahsul karşılığı düzenlenen çeklerini alıyorlardı. Kapı açıldı, yaşlıca bir adam eskimiş ceketi elinde büzülmüş kepi ile iki büklüm içeri girdi. O kadar eğilmişti ki kambur olduğundan şüphelendim önce. Ama değildi. O kadar ezilmiş duruyordu ki bakarken yüreğimin ezildiğini hissettim. Yanında beş yaşlarında kısa pantolonlu çocuk adamın elinden kurtulup kapının yanındaki boş sandalyeye umursamaz bir tavırla oturdu. Anlaşılan hâlâ “aile terbiyesi” almamıştı. Hâlâ özgürdü yani. Yaşlı adam kolundan asılarak kaldırdı çocuğu. Müesseseye saygısından bir şey diyemiyor ama gözleriyle çocuğu dövmekten beter ediyordu. Sahne o kadar feciydi ki dayanamadım. “Lütfen yapmayın,” dedim. “Siz de oturun. Sandalye ne işe yarar ki!” Üç kuruşluk sandalyeye oturmak bile yüksek izin gerektiriyordu ona göre. Hakikat şu ki, her ikisinde de kendimi bulmuştum: Çocukluğumu yetişkinliğimi. Ezilmişliğimi ama aynı anda direnişimi de... O yüzden ah be Murat beni kandıramazsın. O sedyedeki sebebi hikmeti biliyorum ben. Yüreğimi acıtan da bu...

Mülkiye’deyken bir kitapta okumuştuk. Alfred Adler adlı bir psikiyatr, işçi sınıfının aşağılık kompleksinden dem vuruyordu. Bozulmuş, öfkelenmiştik. Babalarımız işçiydi. Yoksulduk, fena hâlde sosyalisttik. Kapitalizm, zaten işadamı putu üzerine inşa ediyordu kendini. Onlar olmasa açtık, aşsızdık, yaşamak için onlara muhtaçtık. 24 saat kafamıza bunu işleyen bir sistemde kendimizi iyi hissetmek mümkün mü! Yani Adler’in söylediği de hakikatti işte. Ama Adler bu duygudan toplumsal olarak kurtulmanın mümkün olmadığını düşünüyordu. Ütopyası yoktu. Bizse o gün de biliyorduk ki bir işçi, sınıf bilinciyle bu kahreden kısır döngünden kendini çekip alabilir. Direnmek, işçinin aşağılık kompleksini tedavi eden tek ilaçtır. Bu hayatın, kendisine kapitalist tarafından lütfedilmediğini anlaması için bir başka dünya hayal etmek gerekir. Kendini değerli hissetmesi için mesela Bakan Taner Yıldız gibi düşünmekten kendini kurtarması gerekir. Yoksa Soma’da bizzat tokadını yediği Başbakan’dan önce özür bekleyen sonra geri basıp aslında beni korumuştu diyerek üstüne kendisi özür dileyen o İşçi’nin zindanında yaşamaya devam eder.




Sevgili Murat, sen belki farkında olmayabilirsin ama bizler değerliyiz. Bu hayatı biz yaratır, dönüştürür yaşanır kılarız. Cenneti de cehennemi de bu dünyada yaratabiliriz. Tersi olduğuna ikna için yedi- yirmi dört yayındadır gazeteleri, televizyonları, ilahiyat fakülteleri, imamları, dekanları tüsiadları müsiadları. Biz de önlerinde el pençe divan dururuz. Ama biz durdukça çocuklarımız da bizi görür ve öyle durmaya başlar. Biz varlığımızı değersiz hissettikçe çocuklarımız da aynı duyguyla kırılırlar. Senin çıkardığın o çizmeyi çocuğuna giydirip o sensörsüz madene sokarlar on yıl sonra ve sana “Allah muhafaza” ölüsünü verirler. İşte o zaman aile terbiyesinden bahsedemezsin mikrofonlara! O zaman anlarsın işte sedyeye canından daha fazla değer veren o “aile terbiyesi” çocuğunun katilidir Murat!




Taner Yıldız’ı biliyorsun, hani Muhsin Kızılkaya’nın yere göğe sığdıramadığı Enerji Bakanı, kocası ölen kadına o sakin imam tarzıyla ne diyordu biliyor musun? “Çok büyük bir acı bu, metanetli olmak lazım!” Öyle konuşuyordu ki sanki ocaktan kendi çocukları çıkarılmıştı biraz önce? Sanki madende yakınlarını kaybetmişti. O kadar içeriden konuşuyordu yani. Hâlbuki bu kazanın sorumlusu kendisiydi. O ocaklar kendisine emanetti. O açmıştı bir yıl önce madeni. Onun memurları temiz raporu vermişti onlarca kez patlamak üzere olan dağa! Bu nasıl bir oyundu ki acıyı taklit ediyordu. Aynı bakan, dört yıl önce bir işçi gerekirse on sekiz saat çalışmalı demiyor muydu? Peki, ya emeğin karşılığı? Ya iş güvenliği? Ya hayatın anlamı? Biz it gibi çalışmaya mı geldik dünyaya! Bin liraya on saat kömür sökmek ne demektir yeraltında o bakan bilir mi Murat? Kendi çocuğunu o madenin kapısından sokar mı? Onlar çocuklarımı nasıl okuturum diye hiç düşünür mü Murat? Ama bunları sen düşünecek ve kendini o sedyeden daha değerli hissedeceksin? Çocukların için! Ölen arkadaşların için! Bizim için!

Gözlerinden öperim! Bir umudum sende! Anlıyor musun?

 
 
 

Comentarios


WhatsApp Image 2022-07-15 at 18.07.12.jpeg

Yolda olmak bir iç yolculuk mu sadece? Yolu  görüyorum. Gördüğümü gören gözlere ihtiyacım var..  Yoldaşsız yol alınmaz? Blog o yüzden var oldu. Birlikte yol almak için yola devam!

bottom of page