HUZUR RELOADED: Bebek Uyutarak, Aşk'la Tutuşarak! Peki Ya Tuvalet Cifleyerek!
- Murat Utkucu
- 8 Haz
- 5 dakikada okunur
Tecrübe ve sezgilerimden öğrendim ki dünyada bana huzur veren üç duygu durum var. Üç hâl ve fiil neticesinde varlığa kesen üç hâli hissetmenin: 1. Bir bebeği kollarında uyutmak. 2. Sevgilinin başını göğsünde dinlendirmek. 3. Tuvalet ciflemek!
Bakalım nasılmış bu üç duygu durum:
1. Karnı tok, altı temiz sağlıklı bir bebeği kollarında uyutmak. Bebeğin aldığı her nefesi içinde hissetmek ve bir an soluksuz kaldığını düşündüğünde canını o anda ona teslim edecek kudret ve kararlıkta olmak. Canına can olacak ve bunu müthiş bir mutluluk ve rahatlıkla yapacak rahatlıkta. O bebeğin bir ara gözlerini açıp da sana baktığını gördüğünde, varlığının tamamlandığını duyumsamak. Var mı bundan daha üst seviyede bir huzur? Her iki kızımda da ben bu huzuru yaşadım, onları küçücük bedenleriyle kucağımda uyuturken. Ve şu anda da devam ediyorum yaşamaya, başlarına bir öpücük kondurarak onları ruhuma sararken.
2. Sevgilinin başı göğsüne yaslanmış soluğunu teninde hissederken saçlarının kokusunu içine çekmek. Hakikatin sırrının sırrına o saçların kokusunda erişmek. Hayata, kâinata dair ne kadar soru varsa hepsinin cevabını kollarında yatan Troyalı Helen’in yüzünde seçmek. Kâinat neden var? Çünkü ben varım. Ben neden varım? Çünkü kollarımda yatan kadın beni sevdi. Bana aşkını verdi. Ben aşktan yaratıldım. İşte bu kadar basit yıllarca ıstırap veren suallerin cevabı. Felsefi meselelerin tüm sualleri buna dair değil mi? Epistemoloji? Şimdi gözlerini açtı ve cevap bana bakıyor işte. Neyi, neden, ne kadar bilebiliriz? Şimdi elleriyle yüzümü okşuyor cevap. Etik nedir Ya kaynağı? Şimdi beni dudaklarımda öptü ve öğrendim paradoksların çözümünü. Sonsuzluğun tüm lahzaları işte gözlerimin önünde! Ya zamanın oku? Kalbime batan değil mi? Filibeli Ahmet Hilmi Bey’in “Amak-ı Hayal”’i yoksa tam da şu anı anlatmak için mi yazıldı? Biliyorum ki benim sahibim ve efendim şu anda saçlarını öptüğüm kadın. My Fair Lady ve aynı zamanda Lordum. Ve evet ona sahibim, tüm hücrelerinin efendisiyim. Bu o kadar gerçek bir bilgi ki siyaset felsefesi kürsü kapatıyor bu hakikatin önünde. Elinde ve elinden ölebilirim. 6,35’lik Beretta’sı ile beni vurabilir. Sonra da sıkar kafasına. O an sadece mutluluk verir. Düşlenir ve yaşanır mutlulukla. Bu sadece hayat döngüsünde bir sıçramadır. Çünkü elinde ölmek de hayata dair ve hayatın ta kendisi ve bir ölümsüzlük halidir. Kollarımda yatan Azrail’in antitezidir. Hayat ağacının kökleri. Elinde ölmek hayata akıştır ve ölüm şu anda hayatın işgali altında boş bir kelimedir sadece. Hepsi bu. Ve gerçek şu ki her şeyinle artık ona aitsin. Eşyası gibisin. Bir kahve kupası ya da sutyeninin kopçası. Bu kadar alelade bu kadar sade ve sıradan ona ait bir eşyasın. Ama aynı anda şahdamarında çağlayan kansın. O bunu biliyor. Karanlık kör pencereli bir Ahmet Arif Zindanındasın. Zindancı ise Şairin Leyla’sı. İradenle girdin oraya. Söyledi sana! Girersen çıkamazsın bir daha. Bundan daha aşka dair ne olabilir ki şu kainatta. Girdin üstünden kilitledi ve attı anahtarı suları çekilmiş bir okyanusa. Anahtarı görüyorsun. Elin uzanabilir. Almıyorsun asla! Ne cüret ediyorsun ne de kudretin yeter buna! Cennetin kapısındaki Ağacın gardiyan yılanı. Bilginin meyvesine uzandın ve yuttu seni bir anda. İçindesi işte ve şimdi o muhteşem yılanın gözleriyle bakıyorsun dünyaya! Ne demişti Dostoyevsky: Tutkulu olduğu halde iyi bir insandı” Tutku bizi yüceltir sanıyoruz. Kollarımda uyuyan da ben de öyle düşünüyoruz. Bu büyük bir yalan oysa. Dostoyevski biliyor. Biz biliyoruz. Ama ah ki ah kainatın sırları kalplerimizden taşarken biz o kadar özel hissederken kendimizi ve sokaklarda aşkın tanrıları diye başımıza dikenli taçlar takılarak önümüzde haset ve hasret ve gıpta ile diz çökülürken aksini düşünemiyoruz. Çünkü tutku insanın genetiğine yazılıdır. Her DNA sarmalında aynı şiddette kavis almaz. Bazı insanlar tutkudan ibarettir. Tutkuya bağımlı. Tutkunun kölesi. Ve ancak bir başka tutkuyla tutuşan ruhla eşleşince kalp, zamanın durduğu bir lahzada mutlak aşkı yaşar. Gördüğü anda karşı koyması imkânsız bir girdaba kapılır gider. Tıpkı kollarımda uyuyan kadının tutkudan yanan kirpiklerinin ateşinde soluksuz kaldığım gibi. Tıpkı uyurken o kadının gözlerimden taşan tutkudan eriyip kavrulması gibi. Peki, burada huzur mümkün mü? Tornado içinde kanat çırpan bir güvercin huzur bulabilir mi? Eğer bu aşk ise evet!. Ölümü hiçleştiren bir duygu kasırgasını hafife kim alabilir? O güvercin, tornadonun kendisi. Daha ne olsun. Peki, nasıl bir sükûnettir bu? Üç yüz metre yükseklikte bir vadide tel cambazının dinginliğidir. Tuhaf olan şu ki cambazın altında tel yoktur.
3. Kendimi unuttuğum ve huzur bulduğum ve bunu ne yazık ki son beş yılda öğrendiğim hayatın bir sırrı daha var: Tuvalet ciflemek. Bu iş için hazırlanıp da banyoya girdiğimde daha o giriş anında kendimi bir başka âleme akarken hissediyorum. Ellerime mavi ameliyat eldivenlerini geçirirken aynadaki surete baktığımda sanki Alice’in diyarına bir kapı açılıyor ve aklım damarıma damla damla sızan narkozun etkisinde bir başka kâinata kayıyor. Bezleri ayırıyorum önce. Tuvalet lavabo ve duvar için. Sonra çamaşır suyu cif ve kireç kir sökücüleri çıkararak fayansın üzerine diziyorum. Sonra bir yardan masmavi sulara kırk metreden atlar gibi lavabonun eliptik kavisine uzanırken yavaşça o âlemin ışığı içimde akmaya başlıyor. Zemine püskürttüğüm cifi nemli bezle ovalayıp temizlemeye başlarken aklım hatıralarım geçmişim ve aslında bir bütün olarak ben denen şey, hafiften bir başka şeye dönüşüyor. O anda işte dolabın içinden Narnia’ya geçiyorum. Bezin cifle bütünleşip lavaboyu parlak beyaza kestiği her darbede bir başka boyutun kapısı açılıyor açılıyor. Ve aklım ve hayatım yavaşça tüm hatıralarım siliniyor. Ve yolculuk başlıyor işte Tabula Rasa’ya! Hilton lavabo’yu bir bütün olarak geçmişinden arındırdıktan sonra asıl büyük ve ince temizliğin yapılacağı tuvalete geliyor sıra. Bezler cif ve eldivenler ile bu ruhun derinliğine inen yolculuğa çıkarken artık kendimde değilim. O Beyaz Kuyu temizlenip ışıldadıkça aklımda taşıdığım tüm yükler, uzaya çıkan roketin yakıt tanklarından birer birer kurtulması gibi boşluğa bırakılıyor. Sanki hatıralarım soru işaretlerim aklımı acıtan sorunlarım çözümsüzlüklerim bez ve cifle birlikte sökülüyor aklımdan. Nihayet varlığım, Boş Levha’ya Tabula Rasa’ya dönerken artık hiçbir şey düşünmemenin hiçbir şey hissetmemenin bilmemenin hafifliğiyle ruhum yükseliyor yükseliyor. John Locke takdir ve o Britanya kibriyle bakıyor bana. Sonra duvarlara geliyor sıra. Duvarların silinmesi kalorifer peteklerinin tozunun alınması ile Tabula Rasa’nın o hissiz ve bilgisiz ve insan suretinden arınmış halinden çıkış başlıyor. Narnia’dan ayrılma vakti geliyor. Kolay değil bu. Çünkü o boş levha ve boş zihnin çekiciliği o kadar ayartıcı ki orada kalmak istiyor insan. Ancak dönmek gerekiyor. Hayatta yapılacaklar var. Mesela aşk var bebekleri uyutmak var. Sonra yazmak var. Son olarak çamaşır suyu ile lavabo ve tuvalet kavrulduktan sonra banyoya girerek Boş Levha arzusunu gövdeden silip atmak gerekiyor. Bunu yaparken dikkat edilmesi gereken ise sıcak suyla kimyasalların karışması halinde o bilgisizlik halinin ağır bir zehirlenmeyle sizi öldürebileceği. Kapıyı asla kapatmayın. Gerçeğe ve kendinize… Bu sizi kurtaracaktır.
Huzurun bu üç hâli, birbirinin yerine ikame edilemez birinin yokluğu diğerinde kendini iyi hissettiremez. Her biri ayrı bir huzuru ayrı bir insani inceliği ayrı bir ruhsal zirveyi temsil eder. Aşk tuvalet ciflemenin yerine tutmaz. Tuvalet ciflemenin huzuru bebek uyutmanın varoluşsal inceliğini unutturamaz. Üçü de gerekli ve yaşadım demenin anahtarıdır. Tecrübe edilmesi ve bilinmesi şarttır. Yaşamayan eksikli kalır, eksik ölür, yazık ölür.
İzmir,
İkinci Bayram 7 Haziran 2025 Saat 08:37
Comments