top of page
  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

Türk Sünniliği: Mülkiyetçi Otoriter Militer bir "Özgürleşme" Siyaseti veya Sünni Zahirî Demokrasi

  • Yazarın fotoğrafı: Murat Utkucu
    Murat Utkucu
  • 25 Tem 2022
  • 15 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 31 Tem 2022


ree


Osmanlı devlet geleneği (roma devlet geleneği)içinde bir çok feodal gücün halledilmesi ile ilgili hikaye biliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Osmanlıdan miras kalan yarı özerk feodal güçlerin, Türkiye Cumhuriyeti ile beraber yaşama şansları yoktu.Osmanlı tipi sessizce alledildiler.bunlar kendi bölgelerinde feodal güçler (ağa,bey ,asalet vurgusu çok önemli)diğer feodaller ile konsey kurup kız alıp vererek iyi geçinmeye çalışıyorlar. Türkiye bunların ne Kürtlükleri,ne Alevilikleri veya ne hristiyan kökenli oluşları ile ilgileniyor. Sadece feodal direnişlerinin kırılması önemli.. Geldik kürt-alevi bileşkesine… Kürt etnik bir ayrışmayı simgeliyor. Alevi ise heretik bir duruş.saf inaç,katı tutum,toptan red, Kürt ayrılık hareketine heretik ruh kazandırma çabası On yıllardır süren bir çaba..Son onyıllardır sıkı sıkıya söylenen bir kavram var.kürt –alevi. Felsefi olarak bunların yan yana gelmesini gerektirecek bir durum yok. Heretizm binlerce yıllık geçmişi olan,din kaynaklı bir oluşum. Heretizmin Anadolu içinde özelliklerini çıkardığımı söylemiştim. Bizanslı coğrafyacı cosmas heretikler için ‘’ bunlar saf inanca sahip katı tutumlu insanlar’’diye tarif etmiş. Bunlar hizip değil diğeri ile aynı inancı paylaşmıyor.tamamıyla farklı yorumluyor. Ve diğerine dinsel öfke duyup,tamamı ile red ediyorlar.(toptan red) Etnik ve heretik sınırlarda dolaşmak sol olduğunu söyleyen insanları dışlamak ,mahkum etmek değil midir?


Türk kökenli Sünni Bir Mülkiyelinin Kürt ve Alevilerin kimlik taleplerini red gerekçesi


Mülkiye’de Ahmet Yücekök’ün bir dersindeydik. Yıl 1987 olmalı. Mevsim herhalde bahar. Hava, sıcak bir Ankara kasvetlisi. Dersin adını şimdi hatırlamıyorum ama hocanın “Yüz soruda Türk Devrim tarihi” adlı bir kitabı vardı ve biz cumhuriyetin kuruluş dönemini inceliyorduk … Hoca kurucu meclisten sonra Mustafa Kemal’in mutlak olarak iktidarı ele aldığını ve devrimleri bu güç üzerine inşa ettiğini vurgulayınca söz alıp şu soruyu sordum Yücekök Hoca’ya: “Madem Atatürk ikinci meclisten sonra bu denli güçlüydü, neden kapitalist modernitenin ilk maddesi olan toprak reformunu bu mutlak güce rağmen yapamadı? Yoksa, mevcut feodalite yani eşraf denilen zümre ile kurulan sınıfsal bağlar, siyasi müttefiklik seviyesinde olduğu için mi Kemal, programında olduğu halde buna cesaret edemedi?”

Hoca uzun bir konuşma yaptı. İtiraf edeyim ne dediğini hatırlamıyorum. Ancak hatırladığım çelişkinin çözümüne ilişkin ikna edici bir tez ortaya koyamadığıydı. Kurtuluş Savaşı eşraf desteği ile yürütüldü. Eşraf denilen kesim, nihayetinde AVM sahipleri holding patronları, orta ölçekli sanayicilerden oluşmuyordu. Prekapitalist- yetersiz teknolojik destek ile üretim yapan küçük işletme sahipleri ile toprak ağası feodal aileler sözkonusu. İlk meclisin sol kesimlerini müttefik almak yerine bu kesimlerin desteği ağırlıklı olarak tercih edilince savaş sonrası siyasi program da bu kesimlerin ihtiyaç ve taleplerine göre biçimlenecekti. Bu arada Kemalizm, devrim dediği “muasır medeniyet programı” çerçevesinde toplumu batı hayat tarzına uyarlaması politikasını uygulamaya koymadı mı? Evet, bu yapıldı. Ama, bir köylü ülkesinde can alıcı meseleye –toprak reformu- dokunulamadı. Çünkü Kemalizm köylü devrimi yapmamıştı, topraksız köylüye ve kent yoksullarına dayanmıyordu ve bu nedenle halkçı karakteri hep zayıf oldu rejimin. Belki bu temel olmadığı için yaklaşık yüz yıl sonra oluşan yeni siyasi tabloda faşist bir kimlikte billurlaşan neo kemalist sivil siyasi akımların (solla temas halinde Kemalist klikler hariç) sloganlarında işçi ve yoksullarla en küçük derdi olmadığını görüyoruz. Onlar mapustaki başarısız darbeci generallerine çok daha fazla acıyorlar maden ocaklarındaki işçilerden… Ne trajik ki aynı kesim tarafından gerilla liderleri Ernesto Che Guevara, Deniz Gezmiş gibi enternasyonalist gerilla önderleri her nasılsa bir “boş gösteren” figüre dönüştürülerek milliyetçi ellerde bayraklaşabiliyor.

Kemalizm, feodalite ile iktisat alanında bir hesaplaşmaya girmedi. Sorunun çözümünü tarihe havale etti. DP’nin kuruluşu ise biliniyor: Kendi partisinin toprak reformu tasarısına itiraz eden dört CeHaPe’li vakit tamam diyerek harekete geçiyor: Yıl 1946. Yani bizim prekapitalist burjuvazi ile kapitalistleşme yolundaki feodal kesimlerin ve açıkça feodalitenin siyasi ortaklığı. Anlaşılan CeHaPe, dayandığı temel ve meclisteki temsilcileriyle ülkede o güne kadar feodalitenin temsil edildiği tek partiydi. Tabii ki dğer sınıf müttefikleri ile birlikte tabii.

O halde, nasıl oluyor da Kemalizmin, feodaliteyi, siyasi program -özerklik- ve sosyal dokusuyla - asalet!- tasfiye etmek için hiç de istemediği halde büyük askeri operasyonlara ve nihayetinde büyük katliamlara imza atmak zorunda kaldığı, sadece Kemalistler değil, periferindeki Sünni sağ fikriyat tarafından da iddia edilebiliyor? Kemalizm feodal zümreyle ittifak halinde Kurtuluş Savaşını yürüterek savaş sonrası iktidarını bu kesimlerin desteği üzerine oturturken nasıl oluyor da Kürt ve Alevilere yönelik kampanyanın aslında feodalizmin tasfiyesine yönelik modern bir proje olduğu tezi fikrisabit halinde bu tasfiyenin mağdurlarına dayatılabiliyor?

Şöyle bir tez ileri sürülebilir: “Kemalizm nihayetinde üst yapının dönüştürülmesi anlamına gelecek kendi devrim programına itiraz eden feodal unsurlara karşı net ve acımasız oldu.” Doğrudur: Ayaklananların siyasi itirazı var elbette. Ama bu siyasi itiraz sahiden feodal arkaik ve “gerici” taleplerden mi kaynaklanıyor. Yoksa Kemalizm’in savaş sırasında Kürtlerin özerkliğine ilişkin bizzat Mustafa Kemal’in ağzından hatta Lozan’da İsmet’in Kürt ve Türk halkının temsilcisi olduğunu vazeden kıvrak mesajı - üzerinden verdiği sözlerin siyasi bir amneziye kurban gitmesinden mi?

Kemalizm’in tezi ilk günden beri aynıydı. Henüz “Bukaney Kurdan” –Kürdün Gelini- ağıtı, Dersim vadilerinde yeni yakılmışken de bugün de Kemalizm, kendisini ilericilik üzerinden aklayarak ülkeyi bir halklar ve dinler hapishanesine dönüştürürken o dönemde ülkenin biricik komünist partisi TKP, herhalde Sovyetlerin dış politikasının da etkisiyle ülkedeki Kürt ayaklanmalarını dönemin Cumhuriyet Gazetesi ağzıyla Komintern’e raporlamaktan çekinmiyordu. Buna göre Şeyh Sait ayaklanması şeriat amaçlıydı. Kürt ayaklanmaları feodal unsurların modern cumhuriyete direnişiydi. Tabii Dersim’de geçekte bir ayaklanma olmadığı “Tunç Eli” Askeri harekatının çok önceden planlandığı, Islah planlarının feodalitenin tasfiyesi değil, Kürt kimliğinin yok edilmesi üzerine inşa edildiğini berrak şekilde seksen yıl sonra öğrenecektik. Ama büyük ve çileli bir hayatı sırtlamış Komünist Hikmet Kıvılcımlı’nın, aynı dönemde partisinin kararlarına itiraz niyetinde kaleme aldığı İhtiyat Kuvvet Milliyet Şark kitabını bugün okuyanlar bile hayretler içinde kalabilir. 2020’lere sarkan meselenin nitelik ve çözümünü 1930’larda kısacık bir broşürde kaleme almıştı Kıvılcımlı Yoldaş!

Baskın Oran konuyla ilgili şöyle diyor: “Kemalizm asla altyapıyla ilgilenmedi, ilgilenemezdi, sadece üstyapı reformları yaptı, kendini kentlerle sınırladı. Kırları eşrafa/feodaliteye bıraktı. Hem gücü asla yetmezdi, hem milli mücadeleyi eşraf sayesinde yapmıştı, hem de Cumhuriyetin üzerine bina edildiği Ermeni meselesi/malları konusunda arada çok sıkı bir kontrat vardı. M. Kemal zamanı geldikçe bütün koalisyonlarını yıktı (İttihatçılar, komünistler, alternatif liderler, basın, etnik gruplar, vs.), bir tek eşrafla yıkmadı, yıkamazdı. Kürtlerle mücadeleyi iki biçimde izah etti: 1) Şeriatla mücadele; 2) Toprak ağalarıyla mücadele. İkisi de yalandı. …Bizde solcuların Kemalistliği, taa o zamanki Komünist Partisinden gelir. 1925 isyanında M. Kemal'i feodalizmi tasfiye ediyor diye destekledilerdi. İlk içeri gidenler de onlar oldu sonra.

Türkiye’de Komünist hareketin tarihi Kemalizm’e eklemlenme tarihidir bir şekliyle. Tabii bu ek yerlerini koparıp atan çok sayıda büyük komünist hareket ve lider kadrosunu –mesela İbrahim Kaypakya’yı saygıyla anarak – not düşmek gerekiyor.

Fakat bilinenin aksine en az komünist hareket kadar hatta ondan çok daha fazla Kemalizm’le hemhal olmuş bir kesim var ki şu anda siyasi iktidarı ilk kez askeri bürokrasiyi tahtın dışına iterek eline geçirmiş durumda: Türkiye Sünniliği’nden söz ediyoruz. Tamamen Emevi gelenekleri üzerine dinsel arka planını inşa eden, anlam dünyasını katıksız bir sağcılık üzerine inşa eden büyü oranda Türklerden oluşan bir toplumsal kesim. Bu siyasete destek veren Kürt Sünniliği ise zaten o dönemde iddiaya göre tasfiye için üzerine sefer düzenlenen feodal kesimlerden oluşuyordu. Şunu da not edelim. Sünniliğin Türk temsilcileri genel olarak Kemalizmin programıyla uyumlu oldular. Kürt katliamlarına sessiz kaldılar. Hatta destek verdiler. Bu nedenle mesela 49’lar davası olarak anılan ve Irak’taki Kürt siyasi hareketindeki gelişmelerin Türkiye’ye etkisini önlemek amacıyla tıpkı çıkmamış Dersim ayaklanmasını önlemek amacıyla gerçekleştirilen Tunç Eli operasyonu gibi, “suç”u henüz işlemedikleri halde ihtimal üzerinden suçlu ilan edilen 50 genç Kürt aydın ve talebesi tutuklanır. Biri hapishanede ölünce 49’lar olarak anılacak bu dava, “demokrasi kahramanı” Menderes’in şahsında Türk Sünni sağcılığının Kürt meselesinde nasıl da Kemalizm’in müttefiki olduğunu ortaya koymaktadır. Dava 27 Mayıs darbesinden sonra da devam edecek ve bu gençler idamla yargılanacak nihayetinde beraat ve sürgün cezalarıyla karara bağlanacaktır. Bu noktada, Osmanlı döneminde Kürt Sünniliğinin merkezinde yer alırken zaman içinde etkisini Türk Sünniliğini de kapsayacak şekilde artıran ve bugün mevcut siyasi iktidar üzerinde büyük bir baskı gücüne dönüşmekle kalmayıp uluslar arası bir aktör haline gelen Nurcu cemaatlerin kurucu mütefekkiri Said-i Kurdi’nin de adını anmak gerekiyor. Said-i Kurdi, ümmetçi- enternasyonal kimliğiyle İslamı, sünni bir sosyal proje olarak Osmanlı coğrafyasında yeniden yorumlayarak etkisini artırmaya çalışırken kendini Birinci Savaş sonunda tıpkı Mustafa Kemal gibi ulus devlet sınırları içinde buldu. Kemalist devletin ulusçu ve dinsel laik karakteri nedeniyle hayatı boyunca takibat hapis ve baskı üçgeninde geçen hayatına rağmen Said’in öncelikle adındaki sıfatı Kürtlükten Nurs’luğa dönüştürmüş olması dikkate şayandır. Abdülhamit’in huzuruna çıkıp Kürdisanda bir Kürt üniversitesi istediği için delilikle suçlanıp hapse atılan Said’in Kemalizm döneminde, Kürtlük bagajını bir kenara koymuş çıkan isyanlara itiraz etmiş ve nihayetinde Kürt isyancılara söylediği ünlü “İslamı koruyan Türklere kılıç çekilmez teziyle mevcut iktidar için tehlikeli olmadığını Ankara’ya beyan ederek bu meselede sessiz müttefik olmuştur. Ulus devlet sınırları içinde Türk Sünniliğini de kapsayacak bir hareket kurmak gibi derdi olan Said-i Nursi’nin seksen yıl sonra bu arzusunun gerçekleştiğini söylemek gerekiyor. Ancak Anadolu’da Türk ve Kürt Sünnilerinin eşit şartlar içinde ümmet birlikteliği sözkonusu olmadığı gibi kendi adını kullanana milliyetçileşmiş bir İslam hareketi herhalde tahayyül edeceği en son şeydi. Buna rağmen izlediği siyaset bu yolun taşlarını döşemiştir. Sadece bu kadar da değil. Kemalist ideolojiyle hesaplaşmayı tevhit akidesine idirgeyerek, otuzların başında Sosyalizme gönderdiği selamın hayattaki karşılığını boş bırakması, bugün Nur hareketlerinin Kapitalizm’le bu denli uyum içindeki ittifakının sebebini de açıklar.

Türk Sünniliği üzerinden sağ siyaset; Kemalizm’in Kürt ve Alevi politikalarının destekçisi oldu. Kemalizm’in ülkeden yürüttüğü kanlı kampanyaları, onun ağzından savunarak - zalim ağalara karşı sava- bu tenkil ve imha siyasetine meşruiyet kazandırdı.

Birinci Meclis’te Kürt mebuslarının varlığını aynı dönemde Mustafa Kemal’in Kürtlerin ayrılık hakkını savunan mülakatını ve İsmet’in Lozan’da Kürt ve Türk halklarının temsilcisi olarak bulunduğuna dair beyanatını unutturarak –son on yılda kamuoyunun yaygın şekilde öğrendiği bilgilerdir- Kürt ayaklanmalarını tarih öncesi toplulukların- feodal demek bile onurlandırmadır.- barbar Vandal kalkışmaları olarak ilkel bir siyasetin kör cahil pratikleri olarak lanse eden Kemalist Rejim, bu tarih yazımına herkesi inandırdı. İnanmayanlar zaten mapus ve darağaçlarında halledildi.

Birinci Ankara Meclisi’nde Kurtuluş Savaşını yürüten halklardan biri olarak Kürtler açıkça zikredilirken Cumhuriyetin ilanından tam on yıl sonra 29 Ekim 1933’te Mustafa Kemal –henüz almadığı soyadıyla- Atatürk, Türklüğün övünç kaynağı olduğunu kürsüden haykırırken sözlerini Mahmut Esat Bozkurt Ödemiş konuşmasında tamamlıyordu: Bu ülkede Türk olmayanların vazifesi Türklere hizmetçiliktir. Peki Kürtler? Onların daha çekecekleri vardı. 1925’te Sünni Kürtlerin ayaklanması ezilirken Alevi Kürt ve Zaza halkına karşı şimdi bir ayaklanma olmadığı anlaşılan önceden planlanan harekatlarla otuzlu yıllarda kan kusturularak açıkça insanlık suçları işlenecekti: İlk kadın savaş pilotu olarak göklere çıkarılan gerçekte kendi halkını bombaladığı için utanç verici bir hatırası olması gereken Sabiha Gökçen’in hava taarruzlarına maruz kalan, mağaralarda kimyasal silahlarla yok edilen bir halkın trajedisi sadece yok sayılmadı başlarına geleni hak ettikleri iddia edildi ve hala da ediliyor!

Türk Sünni İdeolojisi üzerinde kendini ifade eden içinde devlet yanlısı Kürt Sünniliğini de barındıran ve AKEPE şahsında temsil edilen Türkiye Sağcılığının bugün Kürt Meselesinde farklı bir yerde durduğu iddia edilebilir. Dersim katliamına, katliam, Norşin’e, Norşin diyebilen bu sağcılığın kendi geçmişine ve devlet geleneğine göre farklı bir yerde durduğu vakıa. Ancak bu duruşun üç saç ayağı olduğu bugün ortaya çıkıyor.

1.Türk Sünniliği, Kemalist Devleti ele geçirmek amacıyla sol liberal entelijansiya ile halkın desteğini alabilmek için eski rejime ve onun bütün baskıcı tarihine karşı, içi doldurulmamış ve bu nedenle her anlama çekilebilecek boş söylemler üzerinden savaş ilan etti. Evet, Akepe sahiden eskiye karşıydı. Ama bu karşı olma hali nasıldı ve yerine ne gelecekti işte orası muğlaktı. Yine de rejimin ötekileştirdiği merkez dışı bütün kesimlere karşı -Alevi, Çingene açılımlarını hatırlayın- şefkat ve sahiplenme politikası, AB perspektifi ile birleşince, Sünni Sağ İdeolojinin bugüne kadarki en demokrat iktidarını kurabileceği izlenim doğdu. Amaç hasıl olup devleti ele geçirince Türk Sünniliğinin son temsilcisi, dilindeki paketten kurtuluverdi.

2. Kürt Meselesi, Türkiye’nin yumuşak karnı - varlık yokluk kavşağı olduğu ve bu meseleyi çözmeden ülkenin geleceğini garanti altına almanın imkânsızlığı Türk Sünniliği tarafından da biliniyordu ve iktidarını uzun soluklu kılabilmek için farklı yöntemler denemek için yola çıktı. Ancak, Osmanlı Emevi tarzı yönetme geleneğinin temsilcisi olarak siyasetin mağdurlarını elinde oyuncak edebileceğini, Bizans entrikalarıyla kepçeyi gösterip çay kaşığının sapıyla bir şeyler vererek hesabı kapatabileceğini sandı. Bugün dünya üzerinde en fazla siyasileşmiş halk olarak Kürtlerin bu sapa kanabileceğini sandı! Halâ da sanıyor. Çünkü Türk dindar Sünniliğinin geleneğinde ötekilerin derdiyle hemhal olma tarzı bütün aksi iddialara rağmen tarihsel olarak yoktur. Bu damar Osmanlı döneminde ezilmiştir. Osmanlı, Sünni halkı kendine benzetmiştir. 3. Türk Sünniliğinin 20. Asırdan gelen ideolojik damarı Kemalizmdir. Çünkü Kemalizm de gerçekte Osmanlı devletinin aklı üzerine kurulmuştur. Kemalist Devlet laik falan değil düpedüz sünnidir. Hanefilik dışında hiçbir mezhepten haz etmez. TC Ordularının kışla kapılarına astığı tek devlet tek bayrak vesairenin devamı tek din ve tek mezheptir. Kemalizmin kurduğu Diyanet İşleri sadece Sünni değil Hanefidir de. Kadroları Hanefi ideolojisiyle mücehhezdir. Cami vaazları Hanefilik esaslarına oturur. Çünkü Osmanlı hanefidir. Başbakan Erdoğan, bir konuşmasında, bu topraklarda tek dini dayatacaklarını söylemiş sonra bu söylediğinin nasıl bir dinsel faşizm hatta insanlık suçu olduğu danışmanlarınca fark edilince bir gün sonra çark etmiştir. Ama aslında sesi devletin sesi, kastedilen de İslam değil Hanefilik’tir. Bunun için de ilk önce Alevilik tasfiye edilecektir. Zaten Aleviliğin tasfiyesi Osmanlı’dan bugüne uygulanmakta olan “tarih öncesi” bir politik gelenektir. Türk Sünniliği, bazı dinsel politikalar ve reform hareketleri dışında onca zulum gördüklerini beyan ettikleri Kemalizm’le yaklaşık yüzyıldır flört halindedir. Bugün artık evlenmişlerdir. Genç evlilerin her noktada fikir birliği içinde olmaları gerekmiyor tabii. Anlaşılan o ki “Sivil” sünni akıl, Kemalizmin şahsına münhasır siyasi farkları üzerine galebe çalmıştır. Mesela Kemalist pozitivist damarın tasfiye edildiği yine estetik ve sanat hassasiyetinin elitizm aşağılamasıyla alaşağı edilerek yerine incelikten yoksun ufuksuz her şekil ve sözde pornografi arayan muhafazakar bir bakışın ikame edildiğini not etmek gerekiyor. Türk Sünniliği, otoriter- vulgar dünya görüşüyle Türkiye üzerine çöküyor.

Akepe, yetmiş yıllık Dersim’e katliam demekle gerçekte hiç de vicdani radikal bir çıkış yapmadığını daha dün gerçekleşen Roboski Katliamının üzerini örtüp kurbanları neredeyse suçlu ilan ederek, göstermiş oldu. Bugün tüm bu Roma’dan miras siyaset oyunları nedeniyle fena halde köşeye sıkışmış olsa da Kürt meselesinin pragmatik üç kaatçılıkla çözülemeyeceğini anlaması için vakit henüz erken.


3. Alevilik her ne kadar tarihsel olarak Kemalizm’e yakın duruyor olsa da Aleviler, “Genç Cumhuriyet”in sünni gelenek üzerine inşa edildiğini biliyorlardı. Diyanet İşlerinin Sünni İşleri olması bir kenara Kuran bile, mütercim ile imzalanan protokol uyarınca Hanefi tezleri doğrulayacak şekilde tercüme ettirildi Hamdi Yazır’a… Bunlar biliniyor. Kimsenin üzerinde fazla durmadığı ise şu: Tekke ve zaviyelerin kapatılması çerçevesinde cemevleri de Kemalist rejim tarafından kapatıldı. Bunun anlamı Alevi ibadetinin illegal hale getirilmesi ve Aleviliğin kriminalize edilmesidir. Ama bu kadar değil. Alevilik bir mezhep olmasının çok ötesinde bir itikat olarak kendini kesinlikle camide değil Sünni İslam’la uzak yakın hiç ilgisi olmayan ve dans müzik türkü eşliğinde kadınlı erkekli topluluklar halinde yapılan ayinlerde ve bu ayinlerin ifa edildiği cemevlerinde gerçekliyor. Cemevi, Alevilik için varoluş mekanı olduğuna göre Kemalizm, Aleviliği yok edecek bir yasağa imza koyarak bu topraklarda tek mezhep istediğini pratikte göstermiştir. Osmanlı’nın kendilerine büyük kıyımlar armağan eden katil padişahları ile onların vicdan ve izan yoksunu Şeyhülislamlarına ait kanlı hatıratını kuşaktan kuşağa aktaran Aleviler ise, Kemalizm’in kendilerine bu kanlı tarih karşısında güvence sunacağını sandılar. Dersim bir yana, yetmişli yıllarda Çorum Maraş ve Sivas’ta Alevileri hedef alan toplu katliamlar ve nihayetinde doksanlarda Madımak; devletin zor zamanlarda Alevilerin yanında olmak gibi bir refleksi olmadığı gibi Maraş ve Madımak’ta seyirci kaldığı ve hatta katilleri koruduğu hakikati ile yüzleştiler. Son olarak 2012 Ramazan’ın’da Malatya’nın Sürgü Kasabası’ndaki sahur davulu vakasında, alevi oldukları ve oruç tutmadıklarını bile bile ve aslında bu nedenden ötürü müstakil bir evin kapısının önünde davul çalmakta ısrar eden şahsa ailenin müdahalesi sonrasında yaşananlar, olay sonrası linç edilmek istenen aileye karşı savcının talep ettiği ceza devlet nazarında alevi algısının Yavuz döneminden bugüne değişmediğini gösteriyor.

Alevilik ile Sünniliğin dayandığı k öken ve ilk hikaye aynı olsa da hikayenin işlenişi, içeriği ve hedefleri bağlamında bu iki tarik’in uzak yakın bir ilgisi olmadığı vakıa. Bu nedenle cemevi, tekke gibi Sünniliğin alt kategorik dinsel mekanı olmadığı gibi sıradan bir ibadethaneden çok daha fazlasıdır. Varoluşunu ilan ederek gerçekleştirdiği, bir mekandır. Üstelik Alevi ibadeti olarak cem sadece dinsel değil sosyal arka planı ile Alevilere kim olduklarını hatırlatan forum niteliğinde bir ritüeldir. Sünnilikte mümin tek başına ibadetini ifa ederken “ritüelin direği” olan namaz için camiye gitmesine gerek yoktur. Buna rağmen Sünnilerin camilere gösterdiği hassasiyet dikkat çekici. Sünnilikte sadece cuma, bayram ve cenaze namazları camide topluca ifa edilen ritüeller iken ibadette “ cem” olmayı şart koşan Alevilik için cem evinin ne anlama geldiği açık değil mi? Demek açık değilmiş ki Meclis Başkanı’nın Alevilerin de temsil edildiği Meclis’teki cem evi talebine karşı Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan görüş talebine verilen cevap, kral hâla çıplak dedirtiyor! Sünni diyanet, İslam’ın biricik ibadethanesinin cami olduğunu cem evine İslam inancında yer olmadığını “fetvalayarak” İslamı sadece Sünnilik, dolayısıyla Hanefilik’ten ibaret saymakta bununla da kalmayıp İslam’a dahil farklı görüş tarik ve cemaatlere hayat hakkı tanımayan otoriter bir siyaseti benimsediğini ilan ediyor.

Emevi ruhuyla mücehhez, “zalim” baskıcı, mülkiyetçi egemen Sünni Siyasetin; Alevi inancını, ideolojik -heretik kökenli-, ahlak dışı -mum söndü- ve psikolojik -dinsel öfkeyle davranan-, sosyal, -ötekileri toptan reddeden,- argümanlarla mahkum etme çabası devletin alevi karşıtı politikasını aklamakla kalmıyor aslında Türk Sünniliğinin Kemalizm’le gizli ittifakının manifestosu gibi duruyor önümüzde. Hakikat şu ki Türk Egemen Sünniliği; devletin Alevilere karşı tarihsel politikasından fazlasıyla memnun ve destekçisidir. Kemalizm için hanefilikBu minvalde mesela Hanefilik mezhebi Kemalist devlet tarafından modernite ile en uyumlu tarik olarak yüceltilirken Alevi inanışının popüler anlamıyla şeriatçı gerici olmakla yaftalanması Türk Sünniliğinin Kemalizm’le yaptığı gizli ittifakının manifestosu gibi duruyor önümüzde.

Sosyal demokrat bir Mülkiyeli profesör, özel bir sohbette Kemalizm’in alevi siyaseti üzerine yönelttiğim eleştiri üzerine Aleviliğin tutucu ve değişime kapalı bir mezhep olduğunu bu anlamda dinsel bir dünya tahayyülü içinde konumlandığını söylemişti. Bir başka deyişle Kemalizme göre Hanefilik modernite ile en uyumlu bir tarik iken Alevilik popüler anlamıyla şeriatçı olmakla itham edilerek tasfiye ediliyordu. Diğer yandan Kemalizm’e mesafeli sağ temayüllü bir başka Mülkiyeli de aynı tezle ortaya çıkarak Aleviliği katı tutum saf inanç ve toptan red olarak kodlayarak düpedüz bağnazlıkla damgalıyordu. Akepe’nin, henüz Kemalist laik kimliğinden tam olarak “temizlenmemiş” Sünni devlet pratiğinin bile ne denli boğucu olduğu vakıa iken Sünniliğin Alevilik karşısında ideolojik olarak moderniteye daha yakın olmak iddiası üzerinden üstünlüğünü ve bu nedenle Diyanetteki konumunun meşruiyetini savunan bu iki anlayış bir dini diğeriyle vurmak için siyasi manevra aracı olarak modernitenin nasıl kullanılabildiğini göstermesi bakımından ilginç. Resmi tarih tezinin herhalde en iyi öğretildiği Siyasal Bilgiler Fakültesi’de Profesör Oral Sander, bir siyasi tarih dersinde Şah İsmail’i bağnazlıkla itham ederken Sultan Mehmet’i batı tipi kral olarak onurlandırıyordu. Şah İsmail’in neden bağnaz olduğunu anlatmak zahmetine ise katlanmamıştı. Tüm bu hikayede ironik olan bugüne kadar moderne düşman olmakla itham edilen Türk Egemen Sünniliğinin aynı argümanlarla Aleviliği vurmaya kalkması.

Devlete Karşı Toplum kitabının çevirmeni Sevgili Nedim Demirtaş Üstadı’mdan yadigar Michel Balivet Şeyh Bedreddin kitabını uzun bir okuma sonucunda bitirdim. Muhyiddin İbn Arabi’nin uzun yıllar Anadolu’da yaşadığı hatta bir Rum kadınla evlendiğini bu kitaptan öğrendim. Fakat bu kadar değil. Bedreddin’in eylemci bir entelektüel olarak tarihe ve hayata yaptığı katkıyı bu katkıyla birlikte ünlü Bedreddin isyanında ideolojik radikalizmin Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa Adlı devrimci halk önderlerine dayandığını da öğrendim. Yazar Varidat’ın bir çok Bedreddin hayranı için bir hayal kırıklığı olabileceğini ve komünizmi kurmak anlamında yarin yanağından gayri her şeyin ortak olduğu bir hayatı hayal edenlerin Mürşid Bedreddin’den daha fazla Torlak ve Börklüce namlı iki asi ve bu asilerin yolundan giden yoksul Türk ve Rum köylüler ile Sakızlı gemiciler ve Yahudi esnaf olduğunu vurguluyordu. Aslında bu ifadeler 550 yıl önce Bizanslı Tarihçi Dukas tarafından tarihe not düşülmüştü. “O zamanlarda İyonyen Körfezi medhalinde kâin ve avâm lisânında “Stilaryon-Karaburun” tesmiye edilen dağlık bir memlektette âdi bir Türk Köylüsü meydana çıktı. Stilaryon, Sakız adasında karşısında kâindir. Mezkûr köylü, Türklere va’z ve nasâyihde bulunuyor ve kadınlar müstesnâ olmak üzere erzak, melbûsat mevâşî ve arâzî gibi şeylerin kaffesinin umûmun mâl-i müştereki addedilmesini tavsiye ediyordu.…..” Diyordu ki: “Ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı sûrette tasarruf edebilirsin.” Köylü, avâm-ı halkı bu nevi sözleriyle kendi tarafına celb ve zezb etdikten sonra Hıristiyanlar ile dostlu tesisine çalıştı… (Micher Balivet. Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İslam. Tarih Vakfı Yayınları Sayfa 75


Bedreddin’in torunu Hafız Halil tarafından kaleme alınan Menakıbname’de Bedreddin’in Egede Torlaklarla yaptığı görüşmede onlar tarafından düzene entegre olmakla eleştirildiği ve Bedreddin’i Osmanlı şehrinin kapısına kadar geldikleri halde şehre girmeyerek orada yolcu ettiklerini çünkü şehirlerin insanı yozlaştırdığını ilan etmekteydiler.

Bedreddin hareketi ezildi ve tüm müridleri “ihtiyar çocuk erkek ve kadın her kime tesadüf edildiyse gaddarca katledildi”. Yenilenler asla ve kata aman dilemediler! Şehzade Murad’ın ve Beyazıt’ın huzurunda diz çökmediler. Diz çökmeyenlerin özelliği tek dine mensup olmamalarıydı. Yahudi Müslüman ve Hristiyandılar. O yüzden yenilgiden sonra Sakızda Girit’te , Makedonya ve Bulgaristan’da kendilerine yer bulabildiler.


Bedreddin’in yiğitlerinin bir inanışı vardı mülkiyeti anlaşıldığı kadarıyla toptan reddediyorlardı, paylaşımcıydılar. Bütün dinlerden müridleri ise onların dinsel bağnazlığa prim vermediklerini gösteriyor. Şimdi bütün bunların ışığında acaba Venedik tüccarları mı Osmanlıya daha yakın durmaktadır yoksa Torlak Kemal mi dendiğinde cevap herhalde açık olsa gerek. Bizanslı ve Osmanlı tarihçilerini Bedreddin isyanında buluşturan ortak söylemin sebebi bu her iki tarihçinin yoksul halkın evine mi yoksa saray ruhuna veya moderne yakın olmaları mı?


Türk Sünniliği, kendi bağnazlığını ötekine hayat hakkı tanımada ne kadar cimri ne kadar cimri ve hayatı açık hava hapishanesine çevirme hususunda nasıl da otoriter ve özgürlük düşmanı olduğunu görmezden gelip Aleviliğin sufi gelenekle hemhal olmuş inanç damarına şeriat söylemi üzerinden saldırabiliyor.


Bugüne kadar Sünni geleneğin siyasi temsilcisi olarak iktidara gelip kendini bu geleneğin en demokratik temsilcisi ilan eden Akepeyi şahsında temsil eden Recep Tayyip Erdoğan’ın heykel düşmanlığı, bağlamından koparılmış kürtaj karşıtlığı, içki içenlere hakaretler yağdırması, imam hatiplerde okumayanların terörist (psikopat katil anlamında, yoksa özgürlük savaşçısı gerilla ya da muhalif anlamında değil) olarak yaftalaması, rum olmayı özür dilenecek bir durum olarak görmesi, sonradan dil sürçmesi olduğu iddia edilse de tek din sözüyle bu topraklarda yaşayan halkı Sünnileştireceğini ilan etmesi, tüm bunların üstüne işçilere yoksullara yönelik acımasız iktisat politikaları, işçi ölümlerini engelleyecek yasal düzenlemelerden kaçınması ve ayakların baş olmasına izin vermeyeceğine yönelik Emevi İslamından bugüne hakim zengin sınıfların akıl sözcülüğüne soyunması vesaire nasıl bir Sünni ideolojiyle muhatap olduğumuzun ve gelecekte nasıl bir zulmün bizi beklediğinin göstergesi değil mi? (Bu iktidarın en ince ruhlu sanat temsilcisi sayılan İskender Pala’nın tiyatro eserlerine ve türkülere karşı yürüttüğü gerici kampanya, aşktan ekmek yemek üzere sabahtan akşama kitap yazıp duran bu eski subay yeni sanat güneşi kalemin türkülerde keşfettiği pornografi üzerinden neyin dinlenip neyin dinlenmeyeceği üzere halkın sanatı üzerine ahkam kesebileceğine inanacak kadar sırtını ilahiyata dayamış otoriter biz zihniyetini nasıl da açık ediyor.)


İşte bu noktada Kürt ve Alevi muhalefetinin kırılması çok önemli… İşçi sınıfının ve onun sol örgütlerinin zayıf olduğu bugünkü siyasi tabloda iki dinamik muhalif kesim ses veriyor. Alevilerin aslında öyle etkili ve yırtıcı örgütleri yok. Üstelik bu örgütler fena halde bölünmüş halde. Yine de Sağ Sünni Siyaset için Alevilik tehlikeli bir öteki ve muhalefet odağı. Çünkü bir Alevi bu zihniyet için doğuştan muhalif kimliğiyle dünyaya geliyor ve Sünni siyasetin hedefinden herkesi Hanefileştirmek iddiası var. Peygamberin hayatı ve din dersi ile ilk adımlar atıldı bile. Alevileri imam hatiplerde Sünnileştirme politikasının zavallılığı ortada olmakla birlikte gözü kara sağ Sünni siyasetin hedeflerine ulaşmak için yapamayacağı hiçbir şey yok gibi.


Kürtler ise en tehlikeli muhalif hareket. Ne yapılsa ezilmiyor, sanki ezildikçe daha da güçleniyor. O kadar zulme ve gadre rağmen, hem tek bir siyasi merkezde toplanmış olmaları hem neredeyse bütün Bizans oyunlarını boşa çıkartarak mevcudiyetlerini korumaları tehlikenin boyutunu ortaya koyuyor. Akepenin siyaset sahnesinde bileğini bükemediği tek güç şu an için Kürt Siyasetidir. Ne tuhaf ki sivil Kemalist hareketin Kürt düşmanlığından aldığı destek bu zor zamanlarında Akepe’yi rahatlatıyor. Ulusalcı Kemalistlere Akepe’nin borç hanesi kabarıyor.

Türk ulus devletinde bir başka halkın kendi kimlik haklarını savunduğu için etnikçilik yapmakla suçlanması ya da Sünniliğin zorla dayatıldığı bir rejimde Aleviliğini saf inançla eleştirilerek dinlerinin kötü ilan edilmesi için verilen ideolojik savaş dikkate şayan.


Asıl dikkate şayan olan ise bu kadar açık hakikatler karşısında Egemen Mülkiyetçi tahakkümcü bir sünni ideolojinin etkisi altındaki Türkiye Sünniliğinin vicdanındaki körlük.

Nereden gelirse gelsin elbette bütün baskı mekanizmalarına itirazımız var. Her türden eşitsiz ilişkileri kuran sistemlere mezheplere dinlere ya da etnik yaklaşımlara sözümüz var. Ama birilerinin asgari inanç ve kimlik haklarını elinden almak için üniversite kürsülerine sipariş edilen bilimsel bahaneler haikati değiştirmiyor: Bu kapının ardında sola, eleştirel bilimsel metoda, işçi haklarına, sendikaya, öteki inançlara, Zerdüştlüğe Aleviliğe başka dinlerin din adamlarına, sanatsal özgürlüğe bilimsel özgürlüğe farklı hayat tarzlarına ve genel olarak özgürlüğe düşman standart sünni inançla programlanmış yurttaşlardan oluşan Sünni Türkiye projesi var.


Tarih çapsız ihtirasların, yanlış hesapların, iki adım ötesine kör rotaların sadece takipçilerini değil ötekileri de çukurun içine çektiğini gösteriyor. Halklar böyle kurban ediliyor.


Neyse ki Tarih, hesaba katılmayanların hesapları bozmasıyla da yazılıyor!


Dünyayı zindana çevirmek isteyenlere karşı kalemi ele almak gerekiyor!


 
 
 

Yorumlar


WhatsApp Image 2022-07-15 at 18.07.12.jpeg

Yolda olmak bir iç yolculuk mu sadece? Yolu  görüyorum. Gördüğümü gören gözlere ihtiyacım var..  Yoldaşsız yol alınmaz? Blog o yüzden var oldu. Birlikte yol almak için yola devam!

bottom of page