top of page
  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter

HERKESİN BAŞINI DAYAYIP AĞLAYACAĞI BİR AHMET KAYA ŞARKISI VARDIR!

  • Yazarın fotoğrafı: Murat Utkucu
    Murat Utkucu
  • 16 Kas 2022
  • 5 dakikada okunur

Herhalde çok az sanatçıya nasip olur böylesi. Ölümünden bunca yıl sonra hâlâ gündemi sarsabilen, yaşarken küfredenlerin şimdi özür sırasına girdiği Ahmet Kaya’dan söz ediyoruz. Nazım’ın bile kırık dökük bir iade-i itibar için kırk yıl beklediği bu ülkede Ahmet Kaya daha şanslı sanki! Ama ne şans! Aynı muamele bugün başkalarına reva görülürken muktedir onu kendine kalkan ediyor. Bir zamanlar Ahmet Kaya linç edilirken bugün sıra Fazıl Say’da. O gün kim para verirse Ahmet’i alıyordu! Bugün, Gezi, faiz lobisinin fon transferi sadece! Yani hep aynı hikâye: Mazlumlar değişiyor, mazlumiyet baki. “Vesayet” değişiyor sistem baki! Ama, ülkedeki her değeri, ilaçlı gazoz içirip siyasi emellerine alet etmeye kalkan Ak Parti pragmatizmi sahiden yeni.

Hükümet, Kürt meselesinin hallinde popüler sanatçılar ve etkili bir repertuarla sahne alıyor. Kuzeydeki aslî muhatabıyla süreci geliştirmek yerine Güney Kürdistan’ın aşiret liderini denkleme dahil ediyor. 2005 yılında Erbil konserinde "Babam Arap, anam Kürt, ben Türk oğlu Türk'üm!” diyen İbrahim Tatlıses’in bu denklemdeki ağırlığı ne olur bilinmez ama bu gazino stratejisinin amacı belli: PKK’nın kitle desteğini zayıflatmak. Mümkün mü? Her gelinlik kızın sonu acıklı bir beyaz atlı prens rüyasını hatırlatalım.

Ahmet Kaya, bu projenin parçası olarak, bizzat Başbakan tarafından ölüm yıldönümünde gündeme taşındı. Öyle bir sahiplenmeye maruz kaldı ki sosyalist kimliğine rağmen neredeyse Milli Görüşçü ilan edilecekti. Sanki Necip Fazıl ile Mehmet Metiner sentezi biri vardı karşımızda. Yaşasaydı Gezide Ak Parti’yi destekleyeceği, Hükümetin Kürt Düetinde yer alacağı iddia ediliyordu. Bunca yıl sonra koca ozan bu kez siyasi lince maruz kalıyor, dahası kaşla göz arasında sağcıların safına transfer edilmek isteniyordu.

Erdoğan’ın siyasi çıkar için başvurmayacağı yol yok. Ama Ahmet Kaya üzerindeki ısrarı incelemek gerekiyor. Çünkü bu ısrarın nedeni Ahmet Kaya ile bu ülkenin sakinleri arasındaki tuhaf ilişkide saklı.



Bir müzisyen düşünün. Sağ geleneğin baskın olduğu bir ülkede Kürt bir sosyalist olarak ortaya çıkıyor. Muhalif kimliğiyle her dönem devletle papaz oluyor. Şarkılarındaki sol tınıya rağmen ülkücüsünden dindarına, işçisinden esnafına her kimlikten insanı kucaklayabiliyor. Ne çıkarsa, milyon satıyor. Albümleri eskimiyor. Şarkıları ezberlerde. Bazıları küfretse dahi dinlemeden duramıyor. Ve ölümü üzerinden on dört yıl geçmesine rağmen hâlâ bir evin açık penceresinden bir arabanın “teybinden” Ahmet Kaya’nın sesi sokaklara doluyor. Bu teveccüh herhalde çok az kişiye mazhar olmuştur.

Hiç unutmuyorum, Kazakistan’da Yesevi Üniversitesi’ne yolum düşmüştü. Devletin dış Türkler projesinin cisim bulmuş hali olan bu üniversitede neredeyse herkes MHP’liydi. Orada tanıştığım ve “ülkü” uğruna Asya steplerine geldiğini söyleyen bir Mülkiyelinin bilgisayarındaki müzik dosyalarında Ahmet Kaya’nın bütün albümlerini gördüğümde çok şaşırmıştım. Öleli altı yıl oluyordu ama şarkıları yedi bin km uzakta Yesevi Türbesinin civarında dinleniyordu. Üstelik dinleyen “karşıt görüş”lü bir gençti.

Bu işin sırrı sahi ne? Birinci sınıf müzisyenliği mi? O muhteşem sesi mi? Neredeyse her şarkısının hit olması mı? Kitlenin ruhuna hitap eden müzikalitesi mi? Ezgiye can veren güfteleri mi? Yoksa insanın kalbini ısıtan samimiyeti mi! Tabii ki bunların hepsi! Ama Ahmet Kaya Müziği’nde öyle bir şey var ki bu müthiş sevgiyi ölümsüz kılıyor: O kaybedenlerin sesidir. Bütün şarkıları kaybedenler için yazılmıştır. İnancını özenle saklayan, davasına ihanet etmemiş kaybedenler için. Trafik polisinin küfrüne bile hasret, sürgündeki ölümü, tam da bu noktada Ahmet Kaya’yı şarkılaştırır. Sanatçı artık ezginin ta kendisidir. Yaşarken de kaybedendi ama ardında bir çocuk, bir kadın ve ülke bırakarak gurbette can verdiğinde sonsuza kadar bir kaybeden olma onuruna hak kazanıyordu. Hayatı ve ölümü samimiyetinin delilidir. Halk sevgisinin sırrı işte bu mazlumiyetindedir.

Müslüm Gürses de bir kaybedendi. Ama Kaya’nın duruşu politiktir. Şarkılarında, (sağ) iktidardan, (faşizan) devletten, örgütlü zalimden tokat yemişlerin sesi vardır. Ama bu ses -sanatın tam da yapması gerektiği gibi- belli belirsiz aktarıldığı için saçlarına yıldız düşen annelerin türküsü, bir siyasi mahpusun anasına yaktığı ağıt olmaktan çıkar, gecekondunun birinde yoksul gencin aşk acısına tercüman olur. Kum gibi şarkısında, muhalifin ayrılık kederi dinleyenin yürek telini titretir. Sadece devrimciler değil herkes, payına düşen bir sızı bulur bu şarkıda. Ama bulan da hep yitirilen bir şeye ağlarken bulur kendini. Bu bazen bir sevgili, bazen bir anne ama genelde bu ikiliyle birlikte değerler sistemidir: Beni Bul Anne, Arka Mahalle, Beni Vur vs. Ezilenden yana baş, şimdi eğilmiş, yumruk düşmüş vicdan örselenmiştir. Ama inat orada durmaktadır. Muhalif, yalnızdır; yenilmiştir ama hâlâ sessizce direnmektedir. Direniş sosyal olmaktan çıkmış, şahsileşmiş dolayısıyla kudretini yitirmiştir. İktidar hedefi yoktur. Toplumsal kurtuluştan uzaklaşmıştır. Bu anlamda devlet için mesele değildir artık. Ama içerde yangın sürmektedir. Tehlikeli şiir okuyan dünyaya sataşan bir kaybedenin sessiz çığlıklarını saklar şarkılar. Doğrularından ödün vermeyen ama doğrularını topluma iletme misyonunu yitirmiş bir muhalifin acısını hissettirir. Çürüten bir acıdır bu: Biz dağlarda keklik idik. Şimdi bu çöplükte karga olduk. Bizim de boyumuzu aştı bu şehir. Yerlere serildik madara olduk.


Ahmet Kaya şarkıları hakkını alamayan kısa çöpün trajedisidir. Ama kısa çöp olmayı onur bilenlerin trajedisi. Ahmet Kaya şarkılarıyla devrim yapılamaz. Bu şarkılar mücadele azmi vermez, mevcudu korumaya çalışır sadece. Bu nedenle Kürt İsyanının müziği olamadı Ahmet Kaya. Ve aynı nedenle Gezi Direnişinde iz bırakan bir Ahmet Kaya şarkısı çıkmadı. Sosyal medyada yer alan onca videonun neredeyse hiçbiri bir Ahmet Kaya şarkısı üzerine çekilmedi. Çekilemezdi çünkü Gezi şahsi değil toplumsal bir inadı temsil ediyordu. Kitleseldi, bütün o polis terörü ve acılara rağmen mizah ve umut yüklüydü. Büyük bir hikâyenin peşinden gitmese de Türkiye’nin batısında unutulmuş o halk olma ve direnme duygusunun coşkusuyla çıkıp gelmişti ve Ahmet Kaya repertuarında devrim anının şarkıları yoktu.

Kaya’nın müziğine 12 Eylül yıkımı damgasını vuracaktır. Müziği yenilmiş Türkiye Devrimci Hareketine ağıttır. O sıralarda ülkenin doğusunda başlayan Kürt İsyanı bu müziğe ruhunu verememiştir. Ama şarkıları hakikatti. Kaybetseler de haklı olduğuna inancını yitirmeyen sosyalistlerin ve her kesimden muhalifin sazı oldu Ahmet Kaya. Samimi ve mazlumdan yana sesiyle iyi bir müzisyen olduğu için herkes kendinde bir şey buldu o güzelim şarkılarda. Eylemcilere gaz sıkan polis de herkesi Türk yapmaya and içmiş ülkücü de soldan nefret eden sünni de.


Bu ülkede herkesin başını dayayıp ağlayacağı bir Ahmet Kaya şarkısı olması bundandır. Çünkü bu ülkede herkes kırılgan, haklı, masum ve aynı zamanda eser miktarda psikopattır. Yoksa zorla ve onursuzca Kürt çocuklarına ant okutmaya kalkmak, Alevilere en aşağılık ithamları çaya simidi bandırır gibi rahatça sıralamak, eşcinsellere böcek, Kemalistlere salak, Komünistlere namussuz muamelesi çekmek, türban takanlara hastalık düzeyinde düşmanlık, kadınlardan ölümüne nefret mümkün olur muydu? Üç kuruş için maden ocaklarında can veren gencecik işçilere karşı bu vurdumduymazlık mümkün olur muydu?

Sanırım sekiz yıl önceydi. Uzun süredir işsizdim. Bozuktum. İkinci kızım yeni doğmuştu. Bir işe başvurmuş mülakat sonrası sonucu bekliyordum. Umursamıyor gibi görünsem de gizliden müjdeli haberin peşindeydim. İki günlük kızımın peşine takılıp gelecek mutlu bir haber. Hem bebekler rızıklarıyla doğmaz mıydı? Araçla eve dönüyordum. Cep telefonum çaldı. Açtım. Ses: “Duymadın mı?” dedi. “Neyi?” dedim. “Sonuçlar” dedi sustu bir iki saniye “Üzgünüm, ben…” Telefonu yan koltuğa fırlatıp attım. Her şey dönmeye başladı: Araç, meydan, şehir, dünya, ne varsa her şey! Sonra sanki bu anı planlamışım gibi Konak’taki katlı otoparka yöneldim. Kıştı, akşam çökmüştü. Hava soğuk, yollar tenhaydı. Bariyeri aşıp hızla otoparkın varyantını tırmanmaya başladım. En üst katın en ücra köşesine çektim arabayı. Karanlıktı, kimsecikler yoktu. Teybe Ahmet Kaya’nın kasetini taktım. Diyarbakır Türküsünü bulup sesi sonuna kadar açtım ve ağlamaya başladım. Sanki yürümeyi öğrenir gibi, el yordamıyla, hıçkırıklarıma söve saya bağıra çağıra ağladım. Şarkı bitiyor başa sarıyorum sararken ağlıyorum, şarkı başlıyor ağlıyorum. Sonra bir daha… Ne şarkı ne ağlamam bitsin istiyordum. Bu karanlıktan kalayım hiç çıkmayım! Ana rahmi gibi rahman ve umutsuz! Hâlbuki bu şarkı Diyarbakır’a ağıttı. Dağlarda yitip giden gerillaya! Yani durumumla hiç ilgisi yoktu, üstelik öyle fena trajik bir halim de! Açlıkla terbiye edilmiyorduk şükür. Ama bu hüznü hak ediyorduk işte. Ne güzel bir tadı vardı hüznün. Kaç kez dinledim şarkıyı, ne kadar kaldım orada hatırlamıyorum. Sonra telefon geldi. Geç kalmıştım, merak etmişlerdi. Misafir vardı. Loğusa şerbeti için birkaç şey gerekiyordu, Hadi artık geleyimdi! Silkinip karanlığımdan çıktım. Suç delillerini, -kağıt mendil, kirpiğe asılı bir damla yaş- yok ettim. Rahatlamış ve umutla yüklü yola koyuldum: Dudağımda bir Ahmet Kaya şarkısı: Üzülme sen üzülme başın öne eğme gün olur kavuşuruz ağlama Diyarbakır!

Sanatçı halkın duygusuna tercüman olduğunda tarihselleşir. Ölüm haberi geldiğinde bu ülkenin suratına yumruk yemiş gibi olması bundandı. Umutsuz da olsa zalimle, devletle ve Kapitalizmle kapanmayan bir hesabı vardı Ahmet Kaya’nın. Cebinde ezilenlerin pusulası!

Tu di nava dilê gelan de yî hevalê hêja. *

Murat UTKUCU



* Sen halkların yüreğindesin değerli yoldaş!

Kürtçe çeviri için Şeyhmus Diken Heval’e teşekkürler


 
 
 

Comments


WhatsApp Image 2022-07-15 at 18.07.12.jpeg

Yolda olmak bir iç yolculuk mu sadece? Yolu  görüyorum. Gördüğümü gören gözlere ihtiyacım var..  Yoldaşsız yol alınmaz? Blog o yüzden var oldu. Birlikte yol almak için yola devam!

bottom of page