Bilimi savunayım derken teoloji inşa etmek: Metafizik matematik üzerine Ali Nesin’e hayat matematiği
- Murat Utkucu
- 21 Ağu 2022
- 19 dakikada okunur
Matematikçiler, 930’larda, Nazizme, matematiksel düşünme metodu nedeniyle karşı çıkmadılar. Hitler’e muhalif ve Antifaşist oldukları için Almanya’yı terk ettiler. Faşist olanları da kötü matematikçiler değillerdi zaten. Yine faşizme karşı çıkışları da matematiğin zorlamasıyla olmadı. Çünkü matematik ne antifaşisttir ne de demokrasiye içkindir.

Büyünün tahakkümünden kurtulmak hiç de kolay olmadı aslında! Bir savaş, yüz yıl sürer mi? Sürdü ama. Tebaası, kral ve kraliçelerinin kafalarını küfrederek keser mi? Kesti işte. Savaş meydanları dolusu ceset, siper çukurları dolusu kan pahasına! Büyünün ve ilahiyatın asasını parçalayıp ateşe atan Avrupa’nın yaptığı, gerçekte; Kapitalizmi kurabilmek için dinsel mekanizmanın yok edilmesiydi. Üretim ilişkileri; daha fazla üretim, daha büyük kapasite, daha yüksek kalite için teknolojinin gelişimini kışkırtırken bilimsel düşünce, günahkâr eski rejimin acımasız tiranını -İlahiyatı- yüzlerce yıl içerisinde adım adım geriletti ve nihayetinde işini bitirdi. Sonrasında, üç yüz yıldır dünyaya model teşkil eden Batı Medeniyeti, büyüye karşı deney; büyücüye karşı bilim insanı; sihirli küreye karşı deney tüpünü ikame ederek, karanlık metaforuyla tasvir ettiği İlahiyatı, ışık metaforuyla yücelttiği bilimin “aydınlığında” yakıp kül etti. İlginçtir, XIX. Yüzyıl’ının sonlarında kaleme alınan vampir efsanesinde gün ışığında gücünü yitirip tutuşan kötülüğün efendisi yani Karanlıklar Lordu Kont Drakula, Kilise ile özdeşleşirken, “karanlığın” Azrail’i Haç, bilimin ta kendisi oluyordu. Feodal iktidar blokunun nefesini kesebilmek için aydınlanma ideolojisinin destekçisi, belki de tanrısı olan Avrupa Burjuvazisi, başlangıçta bilimsel düşüncenin rahmini yani Sekülarizm’i, bir misyoner edasıyla dünyaya yaymak üzere yola çıkarken, zaman içinde, dinle yaptığı kavganın; başını işçi sınıfıyla fena halde belaya soktuğunu fark edip çark edecekti. Ama şişeden çıkan cinin kimseyi dinlediği yoktu. Gecikmiş milli burjuvazilerin,“şahsi” pazarlarını yaratırken dinin sınırlayıcı etkilerinden kurtulmak gibi bir derdi vardı her şeyden önce. Aynı süreçte mezar kazıcı sınıfın ideolojisi Sosyalizm, Burjuvazinin bıraktığı Sekülarizm bayrağını dünyanın dört bir yanında yükseltmeye devam edecekti. Emperyal Batı, kıta dışında her yerde, her tür dinsel karanlığa göz kırpıyor bugün. İslam Coğrafyasının tamamında cihadistleri destekleyen Voltaire’in çocuklarından söz ediyoruz. Sosyalizmi ezmek içinEngizisyona rahmet okutacak İslami Fundamentalizm’e destek vermekten çekinmediler. Nihayetinde oralarda kendi değerler sistemini ezmiş oldular. İnsan haklarının biricik temsilcisi olma hasebiyle dünyaya caka satanlar, Suudi Arabistan gibi rezil gericiliğin biricik müttefikleri aynı zamanda. Hamas’ı elleriyle besleyen Mossad’dı. Suriye Savaşı’nda baş kesen cihatçıları, demokrasi havarisi ilan eden de onlar. Ama bu kirli ittifakın da bedeli var: Paris, Madrid ve Londra katliamları, öncesinde yıkılan kuleler, sonrasında kulüp baskınları ve katil kamyonlar, İslam’la müttefikçilik oynamanın kanlı sonuçlarına işaret etmekte.
İlahiyatı tasfiye ederken bir tür ilahiyata dönüşmek
Tekrar olacak. Olsun: Batı, 1789’un seküler ruhunu sadece kendi topraklarında baş tacı ediyor. Özgürlükten yana olanlar ise bu tacı kopyalayıp tüm halkların başına giydirmek derdinde. Buna rağmen halâ meşru değerler sisteminin orijini Batı’dır. Söz konusu değerlerin merkezinde ise Sekülarizm yer alıyor. Sekülarizm’in temeli ise bilimsel düşünce! Peki, bilim nedir? Amaçsız ama nedensel birkâinat içinde, amacı değil ama nedeni anlamak için verilen uğraş ve kullanılan metodun adı. Varlığı ve oluşu çözmek için kullanılan ampirik materyal ve süreçler ile sayısal örüntüler silsilesi ve bileşkesi. İkinci bağlamda matematik! Ama amaçsız matematik! Bilimin iki özelliğini not edelim: Amaç arayışı yoktur. Fiziğin ötesi, yani sosyal bilimlerin konusu dışındaki hayâl âlemi ilgi alanı değildir.
Tanımı bir cümle içinde kolayca yapılıyor gibi görünse de bilimin neyi, nasılı ve konusu, bir kalemde anlatılıp üzerinde uzlaşılacak gibi değil. Aydınlanma Çağı’nda dinsel dogmatizme karşı “Eski Yunan’a yeniden uyanmak” olarak özetlenen ve temelini aklın yüceltilmesi (akıl?) metafizik ve akıldışılığın reddiyesi üzerine kuran bilimsel sıçrayış, eskiyi, tarihin arşivine gönderme iddiası güderken, belki de bilerek enfekte olduğu eskinin düşünce tarzını bünyesinde yeniçağa taşıyacaktı. Merak, şüphe, araştırma, deney ve Amprisizm üzerine kendini inşa eden; soru ve cevapların, ancak bu kainat sınırları dahilinde mümkün olabileceğini; çünkü ancak bu evrimsel döngü içinde neredeyse sonsuz nesne, olay ve sürecin; gözlem, araştırma ve inceleme konusu yapılarak anlaşılabileceğini iddia eden bu anlayış; XIX. Yüzyıl’a gelindiğinde, sanki hiç metodolojik, epistemolojik sorunu kalmamış, sanki olası bütün sorulara yanıt bulmuş ve mutlak hakikat ile yöntemini keşfedebilmiş gibi kendine din inşa etmeye kalkabildi: Yani Auguste Comte ve Pozitivizmi! Modernizm, bilimsel düşünceyi inanç, akademiyi de inancın halifelik kurumuna dönüştürme noktasına gelecek; İlahiyatı tasfiye ederken kendisi neredeyse bir tür ilahiyata dönüşecekti. Ama neredeyse! Mekanik materyalizm ve Pozitivist vulgarizasyon, bize Aydınlanma ve bilimsel düşünme çağının da bir vahşet dönemi yaşadığını gösteriyor. Tıpkı Kapitalizm ve Sosyalizmde olduğu gibi. Oysa bilim, mutlak olana itiraz üzerine yükselmişti. Sınırsız soru sorma ve şüphelenme özgürlüğü! Yeni çağın makineleşmiş aklını kıran, bu materyalist ilahi gidişatı tasfiye eden de bu olacaktı belki!–Vahşet dönemlerinin de döngüsel olduğunu düşünmek gerekebilir. Reel Sosyalizm’in vahşet döneminden sonra geri çekilmesiyle Kapitalizmin yeni vahşet çağını yaşamaya başladık. Bu durum, gelmesi ihtimal dâhilindeki Sosyalizmin niteliği hakkında olumlu anlamda fikir verebilir.-
Postmodern eleştirinin işlevi
Yüzyıl sonra Reel Sosyalizm’in çözülüş sürecinde ortaya çıkacak ve son tahlilde ezilenlerin başına bela olacak Postmodern eleştiri, Modernist vulgarizasyona karşı bir itirazdı aynı zamanda ve haklı sebepleri vardı. Fakat her ideoloji gibi siyasal alana müdahil oldu ve Modernizm’in evrenselci özüne karşı yereli ve kimlikleri yüceltmeye kalkarken bir başka evrenselci ideoloji olan Kapitalizm’in egemenliğini sonsuz kılmak gibi bir örtülü hedefin aracı haline geldi. Örtülüydü çünkü Kapitalizmin dünya pazarını kültürel olarak tektipleştirmek ve farklı olanı piyasalaştırarak özgünlüğünden koparıp satışa hazır standart paket haline getirmek gibi işlevine itiraz ediyor; bu tektipleştirmeye karşı bütün kültürlerin denkliği ve değerliliği üzerinden yola çıkıyor; ancak son tahlilde kültür olarak dayatılan eşitsiz, adaletsiz, sosyoekonomik ilişkileri dokunulmaz ilan ederek insanlığın ilerleme hikayesini çöpe atıyor, bunu yaparken de kapitalist büyük resme asla dokunmuyordu.[1] “İlerleme” fikrinin eleştirisi, büyük umutlar içeren büyük hikâyeleri karikatürize ederek değersizleştirmek, dolayısıyla anlamsızlaştırmak ve nihayetinde güncel ve canlı kolektif hafızadan geriye düşürmek gibi bir işlevi de taşıyarak gelecekti. Büyük hikâyelerin en büyüğü ve güzeli olan Sosyalizm’in -Anarşizm?- etkisizleştirilmesi için mükemmel bir araç olarak son otuz yılda işini görüp nihayetinde son nefesini verme aşamasına geldi: Tarih ve insanı alt kimlikler hapishanesine kilitleyerek; sıradanlığımızı orijinalleştiren kimliklerimizi, ütopyamızın yerine ikame ederek; Büyük Anlatıyı gözden düşürüp silikleştirerek; tarihi Sisifos bunaltısına çevirerek– dolap beygiri döngüsüne- bunu sahiden başaracaktı. Ne gündelik hayatımızın “İşsizlik-Üç kuruş -Esnek Çalışma Saatleri” üçgeniyle köşelenmiş açmazını sorgulayarak; ne iktisadın saç ayağını mesela mülkiyeti, mesela sermayeyi meselesi yaparak, ne herkesi aynı anda kucaklayan manifestolar yazarak! “Küçük güzeldir” sloganının hak ve özgürlükler bağlamında siyasileştirildiği bir ideoloji olarak öne çıktı Postmodernizm. Küçük olan etnik, dinsel vb. kültürel kabile millet topluluk gibi dar toplumsal birimlerdi belki ama bu birimlerin talepleri hem nicelik hem nitelik olarak kendi sınırlarını aşmaya niyetli değildi. Kendi küçük varlığını, değerlerini yücelten bir beylikler-şövalyeler-mikro değerler ideolojisi.
Postmodern İdeoloji; dünyanın kahhar çoğunluğunu iyi ve özgür yaşama arzusu ile düşük sınıf mensubiyeti arasındaki uyumsuzluğa yani özgürlük ile yoksulluk arasındaki karşıtlığa, -Bukowski Açmazı-[2] kör olmaya davet ediyordu. İş bulabilirsek nefes alamayacağımız bir çalışma- az kazanç- kazancı aşan tüketim ilişkisine mahkûmduk. Bu zinciri görmeden sanki özgürmüşüz gibi âşık olup sevişmek, gezip tozmak ve dünyayı ve zavallı hayatımızı Hollywood kahramanı tadında keşfetmek arzusundaydık. Yoksulun zengin hissetme düşüydü bu. Uyanıkken görülen düş. Üstesinden gelemediğimiz tutsaklığımızı görmezden geliyor ve aklımızı başka meselelere odaklıyorduk. Büyük köleliğimiz orada dururken biz prangalarımızdaki halka sayısını hesaplıyorduk. Postmodernizmin misyonu, belki bilmeden belki bilinçli bir tercihle buydu ama yerden yere vurduğu İlerleme ideolojisi de o kadar masum olmamalıydı ki post eleştiri bu kadar hadsiz saldırabiliyordu. Dönemin neoliberal barbarlığı yanında ilerleme ideolojisinin tersinden bir imam hatipli tipi yaratıyor olması da bunda etkendi herhalde.
İlerleme ideolojisinin tanrısı ve toplumsallık
İlerleme ideolojisi, tarihi önceden yaşanmış bir kader olarak kurguluyor ve neyin nasıl olacağına dair bir sihirli küre ve tanrı icat ediyordu. Bu icadın biricik dayanağı da Bilimdi. Herhangi bir tartışmada tezinin bilimsel olduğunu iddia eden taraf, bu ideolojik hegemonyada maça zaten önde değil galip başlamış oluyordu. Bu durumda herkes bilimsel olduğu iddiasıyla ortaya çıkmak zorundaydı. Marx da yoldaşlarıyla yarattığı o muhteşem eserini Bilimsel sıfatıyla şereflendirecekti. Bilim, tezlerine kanıt arıyordu ve yanlışlanabilir olma ihtimali, bilimsel olmanın olmazsa olmazıydı. Lakin metoda dair bir sorun, hayır daha çok bir durum ile karşı karşıyaydık. Bilim toplumsaldan ne kadar bağımsız olabilir? Araştırma nesnesi araştıran özneden ne kadar ayrışabilir? –Marx da bundan azade değildi elbette. Marksizm kendini de ideoloji olarak görmekteydi. Tarih sınıf savaşımıydı ve Sakallı da bunun bir parçası olarak yani tarihten etkilenen özne olarak analizini ortaya koyuyordu.-
Sosyal bilimler, Fen bilimlerine göre çok daha zayıf ve öznenin etkisi altında. Ama Thomas Kuhn’un da defaatle anlattığı üzere bilimsel hakikatler toplumsallığın izini taşıyor. Bilimsel bilgi ve araştırma konusunun neden o değil bu olduğu, öznenin kültürel arka planı ile ilgili mesela. Bununla birlikte bilimsel gerçeklik o denli öznel, bilinemez ve göreli bir kavram da değil. Birbirini anlayamayan paradigmalar kâinatı olsaydı bilimsel gelişme böyle sıçramalar yaşayabilir miydi? Biriken enerjiyi de hesaba katmak gerek. İnsan gibi bilim de boşlukta herhalde sıçrayamaz. Bu tartışmalar XIX. Asır’da da akılları meşgul ediyordu. Ama mekanik bakış o kadar güçlüydü ki bilimden din inşa edenlerin asrı yüz yıldan çok daha uzun sürecekti.
Tanrıyı deney tüpünde bulmak
Bilimsel mutlakıyet, umutla beraber toplumsal alanda zorbalığın ideolojilerini de önümüze fırlatıp atıverdi. Dine karşı tarihi mücadelesinin siyasi etkileri ezilenleri de kucaklayacaktı. Ama işçilerin sınıf bilinciyle bir araya geldiği dönemde işin rengi değişecek, egemen sınıfın iktidarını kutsamak amacıyla kullanılacak, her bilimsel buluş, bir yönüyle sınıfsal mücadele alanına çekilecekti. Darwin’in Türlerin Değişimi fikri, daha çıktığı yıllarda Sosyal sıfatıyla “kirletilerek” Emperyal sömürünün üstünlük teorisine dönüştürülmeye çalışıldı. Beyaz Adamın yükü, Sosyal Darwinizm’e sırtını dayıyordu mesela. Sosyal bir icat olan Irk ve Irkçılık da! İzafiyet ve Kuantum Fiziği, Sosyalizme karşı ilahiyatın yükselişinde araçsallaştırıldılar. Metafizik, bilim üzerinden geri döndürülmeye çalışıldı bu kez. Said-i Nursi’nin Ortadoğu Coğrafyası’nda yapmaya çalıştığı şeydi bu. Tanrıyı deney tüpünde bulmak! Bugün Cern’de, atom altının da altına inilerek bildiğimiz evrenin varoluşunun gerisinin gerisine gidiliyor. Buradan mütealî bir şey yani tanrı çıkmayacak. Çıkmadığı için kıyamet de kopmayacak tabii. İlahiyat, yükseltilmiş versiyonlarıyla duruma uyum sağlayıp yaşamaya devam edecek. Ortadoğu’nun tüm kutsal anlatıları, neredeyse ayet ayet; bab bab bilimin gazabına uğrayalı çok oldu. Bir şey değişmedi. Çünkü dinsel algıdaki değişimin çıkış noktası, bilimsel ispat değil sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarıdır. Bugünden geleceğe, sınıf sömürüsü, ilahi bilgiye ihtiyaç duyduğu sürece vahiy, gücünü korumaya devam edecektir.-Dinsel bilginin, ezilenlerin lehinde yeniden örgütlenmesi, yani ilahiyatın sol yumruğu mümkün mü? Sosyal kurumların tümü sınıf mücadelesinin parçası öznesi ve nesnesi durumundadır. İslam doğduğu ilk yirmi yıl hariç, günümüze kadar mülklü sınıfların dili aklı yüreği ve sopası oldu. İstisnai akım ve isyanlar dışında mülkiyetin muhafızlığını yaptı. Ancak Sosyalist muhalefetin güçlenmesi ile dindarlar arasında daha yaygın bir dalgalanma olacağı beklenebilir. Ancak İslam’ın iç dinamikleriyle kitlesel bir sol muhalefet üretebileceği beklentisi gerçekçi değil.-
Postmodernizm, bir ölçüde haklıydı. Ve haklı olduğu için prim yaptı. Denilebilir ki hiçbir ideoloji ve pratiği, boşluktan ve tutarsızlıktan münezzeh değil. Bir eksik, bir gedik, bir çatlak, bir çürük mutlaka var dilin inatla gittiği. Tamam, kabul ama son tahlilde haklı olduğu eleştiriler üzerinden kendini post ilan ediyor; yeni ve ötesinde, söylenilmeyen bir şey söylediğini iddia ediyordu. Modernizmin tanrılaştırdığı bilime yükleniyordu mesela. Bir otoriterleşme ve baskı aracı olarak bilimselliği eleştiriyor ve puan alıyordu. İyi ama bu zaten Post takısı ile etiketlenmeden de yapılıyordu. Bilimin amaç ve etik meselelere dair her şeyi çözebilecek bir Deus ex machine olduğunu iddia eden de bugün Akademiye içinde muhtemelen yok. Zaten bilimin böyle bir amaç merakı da yok. Sıfatında bilim var diye hiçbir bilgiye secde edilmiyor.[3] Ama sokak jargonunda yaygın kabul gören sosyal gerçeklik bu. Sokak denilmesi, “sokaktaki adam” ortalamasına gönderme yapmak için değil sadece. Bu ülkede Akademi çevresinde aynı “yüceliği”, apriori bir hakikat olarak önümüze gelip bırakan kalabalık mevcut.
Güçlü ve Nesin’in matematik tartışması
Matematik Profesörü Ali Nesin geçenlerde bir yazı yazdı: Gazeteci Abbas Güçlü’nün matematik eğitiminin gereksizliğine ve gündelik pratik içindeki işlevsizliğine dair köşe yazısına cevap olarak. Artık nasıl oluyorsa eğitim alanında uzmanlaşmış Gazeteci Güçlü; liseli ergenlerin geyik olarak tabir edilen ders arası muhabbetlerinde yüz yıldır söylenegelen sokak aklını köşesine taşıyor ve olabilecek en alt seviyeden savunuyor, matematik faydasızdır diyordu. Ali Nesin de gazetecinin bu abuklamasına karşı sakin, barışçıl ve elit bir seviyeden lakin aynı sokak aklıyla cevap veriyor ancak kimse bunun farkına varmıyor ve cevap metni paylaşım rekorları kırıyordu. Çünkü bilim kutsal bir alandı ve sözü eden saygın bir matematikçi olunca sözler, dokunulmazlık zırhına bürünüyordu. Oysa nasıl ki matematik eğitiminin günlük hayatta hiçbir işe yaramadığı tezi, herkesin iman ettiği sosyal bir hakikat ise Matematik başta olmak üzere bilimsele itaat ve biat de –doğrudan dine ilişkin olmayan konularda tabii- aynı şekilde bir iman meselesiydi ekseriyet için.
Güçlü’ye verilecek en kısa cevap, asgari bilimsel ve kültürel bilginin ancak yaygın ve zorunlu eğitim yoluyla kitlelere ulaştırılabileceği, bunun aslında halkın ve insanlığın genel kültürünü yükseltmek gibi ulvi bir amaçtan öte ortalama bir emekçiyi ortalama üretim sürecinin parçası yapacak asgari bilgiyle donatmak için planlandığı olabilirdi. Genel kültürün işlevi, genel üretim sürecine proletaryanın hazırlanmasıydı yani. Ve matematik de buna dâhildi.
Ali Nesin bu ekonomi politik noktalara hiç değinmeden Matematikçi olmanın verdiği vakar ile çok daha başka bir yerden giriş yapıyor: “Abbas Bey, çok haklısınız, matematik bir şeye yaramaz, çünkü matematik çok şeye yarar! O kadar çok şeye yarar ki neye yaradığını söylemek imkânsızdır.” Nesin devam ediyor: “İnsanoğlu, bu dünyayı, bu doğayı, bu evreni anlamanın mantık ve matematikten başka bir yolunu bulamadı bugüne kadar. Doğarken kendimizi içinde bulduğumuz dünya da, daha sonra kendi yarattığımız dünya da matematikle anlaşılır. İçinde belli bir düzen olan, belli bir denge olan her yapı matematikle anlaşılır. Bunun başka bir yolu yok!” Buraya kadar sıkıntı yok. Ama, Nesin konuştukça açılıyor ve tehlikeli sulara girmek üzere: “Matematiğin yetmediği yerde felsefeye, inanca, ilkelere başvurulur. Ama matematiğin yettiği yerde başka bir şeye başvurana da yobaz denir.” Nesin’e göre Matematik bazı şeylere yetiyor ki o şeyler epey geniş bir alan tutuyor. Nesin haklı olarak şunu da belirtiyor: “Teknolojiyi, sanayiyi geçtim, ticarette, siyasette, insan ilişkilerinde, sporda ve hatta sanatta, kısaca muhakemenin ve dengenin olabileceği her yerde mantık ve matematikle karar veririz.” Matematiksel metodu içselleştirmenin sahiden muhakeme üzerinde olumlu etkileri olabilir. Kainatı kavramada matematik dile ihtiyaç duymamız ve kullanabilme kapasitemiz düşünce sistematiğimizi etkileyebilir. Buraya kadar güzel. Ya sonra? “Matematikte tek bir doğru vardır. Bu sayede matematikte kavga dövüş olmaz, ama tartışma olur, fikir teatisi olur, ikna çabası olur. Siz hiç karşısındakinin bacağını ısıran, rakibine uçan tekme atan matematikçi gördünüz mü? Ben de görmedim. Peki ya siyasetçi gördünüz mü? Emin olun ki o siyasetçi matematik bilmiyordu.” Nesin sınırları burada fütursuzca geçiyor ve kendini rüzgâra bırakıyor. Matematikçiler, alanlarında çalışırken birbirlerinin değil, olsa olsa sayıların boğazını sıkarlar ve tanımlı uzaylarda teoremlerini ispatlamaya çalışırlar. Lakin bu zaten işin niteliği gereğidir. Ve bu durum matematikçilerden gündelik hayatta faşist çıkmayacağı anlamına gelmez. Matematiksel tek doğru ile mesela faşizmin tek doğrusu birbirinin karşıtı olmak zorunda değil. Çünkü matematik faşist olmadığı gibi antifaşist olmak zorunda da değil. Matematiğin kendi uzayında yaptığı mücadeleyi bir matematikçi, mesela ırkçı faşizmin uzayında da değerlendirip sonlandırmış olabilir. Gerisi bildiğimiz karanlık evrendir. Nesin, matematiğe abartılı misyonlar yüklüyor: “Matematik sadece hesap kitap değildir, doğru öğretildiğinde bir demokrasi dersidir de” diyor ve çizgiyi geçiyor. Matematiksel düşünce sisteminin gündelik hayata yansıması, tıpkı bilimsel metodolojideki şüphe soru deney kanıtlama ve yanlışlanabilirlik ilkelerinin sıradan insanın akıl dümenini bilime kırması gibi etkide bulunabilir Tarihe baktığımızda bu durumun sadece sokaktaki insanı değil toplumları da dönüştürdüğünü görüyoruz.
Bilim ve ideoloji ilişkisi
Dinsel metafizik düşünce ve bunun üzerinden iktidarını kurumsallaştıran sınıfsal ilişkilerin sarsılıp geriletilerek yıkılmasında bilimlerdeki gelişmenin payı Rönesans tarihinin konusu. Rönesans ise ütopyamıza girizgâhtır. Geçmemiş ve geçmeyecek zaman. Geleceğe yol alan umut. Ama bilim, etiğin konusu değildir. Etik de bilimin konusu. Eşitlik özgürlük ve adalet, laboratuvar ortamında kanıtlanacak çalışma alanları da değildir. Bilim bu konularda ideolojik yönlendirmede bulunmaz. Lakin bu alanların antropolojik arka planı, toplumsal analizler, insanın bazı durumlara genetik yatkınlığı ya da sosyopsişik inceleme alanları -Buraya dikkat! Çünkü siyaset pusuda!- bilimin konusudur. Ayrıca bilim, ideolojilerin ön ya da son yargılarını, siyasi iktidarların “gerçek”diye dayattığı bilgilerin saçmalıklarını tespit edebilir. Dinsel önermeleri, kutsal olduğu iddia edilen bilgileri çöpe çevirebilir. Ama bilim, ideolojilerin elinde araç olarak da kullanılabilir. Mülkiyet ilişkilerinin dokunulmazlığı, ırkçı faşist düşüncenin doğruluğu, tanrısal bilginin “gerçekliği”; bilim üzerinden ispatlanmaya çalışılabilir. En yaygını ise gündelik hayatta şirketlerin çıkarları için bilimsel bilginin yanlı -sonucu baştan belli- üretimidir. Bu durum; bilimsel bilginin çarpıtılması, deney düzeneğinin belli bir sonucu üretecek şekilde kurulmasından kaynaklanır. Çelişki gibi gelecek ama aynı sınıf mücadelesinin zorlamasıyla tarafsız ve nesnel “doğrusunu” bulup çıkarabilir de. Tekrar edelim, bilim; siyasi mücadelelerin, sınıf savaşımının, iktidar kavgalarının, pazar ilişkilerinin parçası olabilmektedir. Bilimsel gelişme, doğa ve toplumsalı özgürce didiklemekle, her türlü soruyu özgürce sorabilmekle ve yanıt olabilecek tüm ihtimallerin kapısını serbestçe zorlayabilmekle gerçekleşir. Bilim, özgürlükle mümkün. Bu mümkünlük bilimin ideolojik engellemeleri aşarak kendi yolunu açması anlamına da geliyor. Çünkü etki altında kalmadan doğal süreçleri çözümleyen bilim, keşiflerini teknolojiye yansıttığı ölçüde itirazcılar da kerhen ya da zımnen ortaya çıkan sonuçları kabullenmek zorunda kalıyorlar. Darwin’i düşünelim: Evrim teorisinin bu kadar popüler olmasının sebebi dinsel dogmalara ölümcül darbeler indirmesidir. Ortadoğu dinleri, özellikle Reel İslam, evrimsel süreçlere itiraz etmekte. Bununla birlikte moleküler biyoloji, tıp ve Farmakoloji alanında gelişmeler ancak evrimsel süreçlerin keşfiyle gerçekleşmekte. İslamcı bir kapitalistin sahip olduğu ilaç firması, evrim araştırmalarını sonuna kadar desteklemek zorundadır. Ancak bu şekilde son tahlilde diğer firmalar ile rekabet edebilmesi mümkün olacaktır. CERN araştırmaları tanrısal inancın temel argümanlarını ortadan kaldırabilir. Ama bu araştırmalar kuantum alanında teknolojiye uygulanabilecek muazzam ve derin bilginin de üretilmesini sağladığı için dindar bir Katolik siyasetçi için bu araştırmalar hayati önemde olmaktadır. -Aynı İslamcı kapitalist belki evrim karşıtı yayınlara maddi destek sunmaya devam da edebilir. Her şeyi herkes bilmek zorunda değil!- Bilimsel bilginin bağımsız gelişimi bu şekilde devam edebilir. Ama şu gerçek: Bilimsel metod ancak Seküler akılda hayat buluyor. Sekülarizmin dünyasında rahatça kâinatın henüz insanlar tarafından keşfedilmemiş bilinmezlerine rahatça yelken açabiliyor.
Bilim ve egemen sınıf
Önceye dönelim ve bilimin nasıl egemen sınıfların, dinlerin, ideolojilerin, şirketlerin yani toplumsalın elinde oyuncak olduğuna bir bakalım: Şirketleri ele alalım önce; Sigara şirketleri yıllarca sigaranın insan sağlığına neredeyse yararlı olduğunu kanıtlamak için üniversiteleri, araştırma kurumlarını, “bağımsız” laboratuvarları satın almaya çalıştılar, bazılarını aldılar da. Sigara içmenin kanserle ilişkisini kanıtlamak ve aslında zaten bilimsel olan bu kanıtın “bilimselliğine” toplumu ikna etmek, ancak sigara karşıtı kampanyaların uzun yıllar içinde dalga dalga yayılmasıyla gerçekleşti. Aslında bilimsel bilginin tek başına ve bağımsız yönlendirmesiyle değil toplumsal tepkinin etkisiyle sigara, kapalı mekânlardan kapı dışarı edilebildi. Tabii bunda halk sağlığı denilen ve işçilerin üretim sürecine rutin ve standartlar dâhilinde katılımını sağlamaya yarayan politikanın da katkısını yazmak gerekiyor. Sigara şirketlerinin kârı, üretim sürecinden düşen ciğerleri hasta işçilerin götürüsünden daha az değerli olduğu için sistem bir tercih yaptı ve sigara cezalandırıldı. Bilimsel bilgi nihayetinde, tütün içmenin zararlarını tespit ederek kitleleri ikna etme yolunda son hamleyi yapacaktı. İlaç firmalarının kronik hastalıkların kesin tedavisi yerine ilaçla hastayı sürekli müşterisi kılabilecek araştırmalara ağırlık vermesi kanser ya da AIDS gibi hastalıkların tedavisi yerine hastayı stabil pozisyonda bırakacak tedavi süreçlerini öne çıkarması bildik iddialar arasındadır. Araştırma konularının ticari alanlara yönelmesi bir başka eleştiri konusu. Yine anti depresanların depresyonu sürekli kılması da! Bilim kapitalizmin hizmetinde olunca araştırma kapsamını belirleyen de Kapitalizmin ruhu oluyor: Kâr!
Eşitsizliği meşrulaştırmak için genlere başvurmak
İdeolojilerin bilimsel alana müdahalesi de bildik bir konu: Otuzlu yılların Sovyetler Birliği’nde, genetik araştırmaların Irkçılığı kışkırtabileceği gerekçesi ile geri plana alındığı vakıa. Daha sonra bu absürt tavırdan vazgeçecekti tarihin ilk Sosyalist Devleti. Ancak bilim, Irkçıların çok sevdiği bir çalışma alanı ve bu sevgi hiç bitmeyecek görünüyor. Sovyetlerin genetik bilimine mesafesinin sebebi Nazi Almanya’sında yürütülen ırkçı deneylerdi. Kökleri Sosyal Darwinizm’e yani XIX. Yüzyıl’a giden bu çalışmalar, XX. Yüzyıl’ın sonlarına çok daha incelikli şekilde taşınacaktı. Kaba ırkçı tezler, yerini Sovyetlerin endişelerini haklı çıkaracak şekilde gensel yatkınlık kavramı üzerinden biyolojik belirlenimci tezlere bırakacak, bazı insanların suça, mülkiyete, dine, tanrıya, şehvete, zekâya, aptallığa, mülkiyete, bencilliğe eğilimli olduğu tezleri bu kez nu kanıtlanmaya çalışılacaktı. Mesela zekâ testleri, bilimsel olma iddiasıyla toplumları aptallar ve zekiler olarak ayırırken aslında mevcut eğitim paradigmasını onaylayarak büyük harfle Sisteme uygun ve onun talep ettiği zekâ özelliklerini öne çıkaran bir yol izleyecekti. Siyahilerin neden suça ve basit işlere temayüllü olduğu, neden kadınların araç kullanırken aptal gibi davrandıkları, neden satrançta başarılı değilken yemek yapmakta erkeklere göre daha iyi oldukları hep genlerin yatkınlığı üzerinden açıklanabilir tezler olarak öne çıkacak ve insanların cinsel, sınıfsal, coğrafi olarak ast ve üst olarak bölünmesinin bilimsel argümanları da buradan temin edilmeye çalışılacaktı. Gensel yatkınlık tabii ki olabilir, bu konular araştırılabilir ancak; mevcut toplumsal ilişkilerde, her türlü ekonomik, sınıfsal, cinsel sömürü kategorilerinin tarihsel ve antropolojik arka planını es geçerek bunun aslında bir tür doğal zorunluluk olduğunu bilimsel olarak kanıtlamaya çalışmak, baştan sömürülenleri, ezilenleri, köleleri, işçileri, kadınları, eşcinselleri, Çingeneleri, siyah ya da sarı tenlileri, kısaca normal dışı etiketlenip ayrıcalıklı hayattan, özgürlükten aşama aşama yoksun bırakılan tüm en alttakileri, kaderlerine mahkûm etmek anlamına geliyordu. Çünkü kader bir tercih değil bir konumdu buna göre. Üstelik kimsenin suçu da değildi bu. Her şey genetik yatkınlıktan kaynaklanıyordu. Ne egemen sınıflar ne devlet ne de sistem! Her şey genlerin eseriydi. Kim kendi DNA dizilimi nedeniyle sistemi suçlayabilirdi ki? Bir anda, devrim, isyan ve eleştiri açığa hatta boşluğa düşüyor anlamını yitiriyordu. XIX. Yüzyıl’da suç antropolojisinin kurucusu Lombrosso, tam da bu teze uygun olarak bazı insanların doğuştan suçlu doğduklarını bunun da sebebinin evrimsel süreçte ilkel insansı maymun ataların izlerinin bugüne taşınması olduğunu iddia ediyor ve bilimsel olarak kanıtlıyordu da! Buna göre suçlu insanların yüzde 40’ı bu şekilde kalıtsal olarak suça yatkındılar. Lombrossocular, insansı maymunlara benzeyen anatomik yapıları analiz ederek standart geliştirmişlerdi. Ne hikmetse bu standartta Avrupalı anatomisinin suçla ilişkisi yokken, Afrikalı ve genel olarak Avrupa standartlarında beyazlara benzemeyen ötekiler, suç makinesi olarak tanımlanıyordu. Tüm bu “bilimsel” tezler, gerçekte, ideolojik yönelimlerin, arzu ve kanaatlerin zorlama yöntemlerle ispatı üzerine inşa edilmekteydi. Dönemin emperyal sömürgeci siyasetine hizmet için benimsenip dayatılıyordu.[4]
Vahiy bilgisini bilimsel ortamda sınamak
Kadim İdeoloji dinler de bu süreçte boş durmadılar ve Sekülerizmin dört yüz yıldır İlahiyatın işini bitirmek için örgütlediği bilimi bu kez kendi tezlerini doğrulamak için kullanmaya başladılar. Yerelde Said-i Nursi’nin otuzlu yıllarda fen bilimlerinden yola çıkarak Tanrı’yı kanıtlama çabası, genelde kuantum fiziği üzerinden metafiziğe can verme uğraşı, akıllı tasarım üzerinden tanrının sihirli yaratıcı elini biyolojide keşfetme hırsı hep bu amacı gerçekleştirmek içindi. Ancak bu hamlelerin boşluğa savrulmuş yumruk olduğunu kanıtlamak için yüzyıllar geçmesi gerekmeyecekti. Mesela akıllı tasarım yani indirgenemez karmaşıklık tezi bizzat yaratıcısı Michael Behe tarafından büyük oranda geri çekilecekti. Bunda moleküler biyoloji alanında bilim insanlarının Behe’nin tüm tezlerini birer birer çürütmüş olmalarının payı büyük. Kuantum üzerinden aşkın bir yaratıcı ve yokluktan varlığa geçişin ispatı ise son tahlilde evren dışına atıfta bulunan metafiziğin Kuantum evreniyle ilişkisizliği nedeniyle boşlukta kalıyor. Nasıl ki Kuran ayetlerindeki astronomi paradigması (yerler gökler, göklerin yerden önce yaratılması, yaratılışın altı gün sürmesi, ki ayetlerde çelişkiler mevcuttur, Güneş’in Ay’a erişememesi vesaire) hiçbir şekilde büyük harfle Astronomi ile ilişkilendirilemez. Bu paradigmaların, mukayeseli eleştiriyle anlaşılması mümkün değildir. Yine de Ortadoğu dinleri, vahiyle geldiği iddia edilen bilgileri bilimsel ortamda sınamak için ellerinden geleni yapsalar da her çaba “vahiy bilgisinin” gerçek dışılığını kanıtlamaktan başka bir işe yaramıyor.
Bilim kendiliğinden tavır alabilir mi?
Bilimsel düşünce tek başına insanlık suçlarına ya da bu suçları meşrulaştıran ideolojik yönelimlere karşı kendiliğinden tavır alamıyor. Böyle bir ontolojik refleksi yok ve olamaz da! Çünkü bilim insani hassasiyetlerden yoksun. Tıpkı rüzgârların, yıkılan evlerin vicdani sorumluluğunu hissetmemesi gibi. Sınıfsal, cinsel, iktisadi ya da tensel eşitsizlik bilimsel felsefenin temel ilgi ve itiraz konusu değil. Bu anlamda Ali Nesin’in iddiasının aksine matematik ya da bilim, demokratik pratiğin ne kanıtı ne de bilgisini a priori üretiyor. Bilimsel yöntem ve matematik; hiçbir dogmaya, önkoşul ve sınırlandırmaya bağlı kalmaksızın her türlü konuyu istediği şekil ve şartta araştırabilir. Bu anlamda mesela insanların doğuştan bazı özelliklere sahip olduğuna ilişkin biyolojik belirlenim tezi de bilim tarafından incelenebilir. Zekânın, cinsel kimlikle ilişkisi, suçun genetik yatkınlığı, insanların doğuştan kapasitelerinin belirli olup olmadığına yönelik gen araştırmalarının önünde engel yok. Ama bilim denen örgütlenmenin uzay denen boşlukta değil tarih ve kültürüyle hemhal bir toplum içinde oluştuğu ve o toplumun dokusunu aklını ruhunu, eğilimlerini, günahlarını, sevaplarını yansıttığı; iktidar, sınıf ve mülkiyet ilişkilerinden etkilendiği gerçeğini büyük harflerle laboratuvar kapısına asmak gerekiyor. Biyolojik belirlenime karşı iki yüzyıllık ilginin sebebi toplumların mevcut eşitsiz adaletsiz yapısının aslında doğal ve bilimsel zorunluluk olduğunu tahakkümcü sınıfların kanıtlama arzusu değil mi? Uygarlık anlamında kültür ve onun alt kolu olan üretim ilişkileri, değer yargılarımızı, ahlakımızı etkiliyor. Sınıf çatışması ise ezilenlerin neden ezilmekte olduğu ya da ezilmesi gerektiği konusunda farklı tezlerin savaştığı alan. Burjuvazi için sömürü; meşru ve aslında sistemin doğasında var. Bu sistem ölümsüz ve Kapitalist mükemmellik “sonsuza kadar” yaşayacak. Daha iyisi de ötesi de yok. Ütopya ise sadece bir kitap adı. Tarihin sonu derken tam da bunu söylüyordu 1992 yılında Fukayama. Tabii birkaç yıl öncesine kadar. Küresel kaosu görüp yanıldığını da açıklayan yine kendisi olacaktı. Bilim, tüm bu karşıt tezlerin etki ve müdahalesi altında, bilim insanlarının da bu etkileri bünyelerinde taşımasıyla gelgitli süreçler içinde var olmaya çalışıyor ama bunu başarıyor da.
Yine vurgulayalım: Eğer bilim, ırkçılık karşıtı olsaydı, Sosyal Darwinizm, meydana çıkar çıkmaz itiraz eder, bilim felsefesi ve epistemoloji bu emperyalist tezlerin yol almasına izin vermezdi. Ama bu bir fantezi. Matematikçiler, 930’larda, Nazizme, matematiksel düşünme metodu nedeniyle karşı çıkmadılar. Hitler’e muhalif ve Antifaşist oldukları için Almanya’yı terk ettiler. Faşist olanları da kötü matematikçiler değillerdi zaten. Yine faşizme karşı çıkışları da matematiğin zorlamasıyla olmadı. Çünkü matematik ne antifaşisttir ne de demokrasiye içkindir. Sayılar ve örüntüler üzerinden teoremleri kanıtlamak ya da karşı çıkmak üzere verilen o yoğun yüksek insani uğraş, mesela Hintli Matematikçi Srinivasa Ramanujan’ın sırf rengi nedeniyle İngiltere’de meslektaşları tarafından reva görülen ayrımcılığı ortadan kaldırmıyor. İngiliz Kraliyet Akademisi’nin matematikçi seçkin üyeleri matematik bilimini değil bir insanın rengini daha çok önemsiyorlardı o günlerde. İhtimal bu günlerde de benzer düşünenler var.
Ayrımcılığı bilime bağlayıp siyahi hizmetçinizin zekasını genetik olarak yetersiz görebilir ve çok da insani bulabilirsiniz kendinizi. ABD’nin mason kurucusu General Washington’un köleliği doğanın parçası olarak gördüğünü biliyor muydunuz?[5] Oysaki ABD’nin kuruluş felsefesi insanların doğuştan eşitliği üzerine oturmakta. Demek insan denilen kategori herkesi kapsamıyor General Washington için. Bilim felsefesi, insanı faşist yapmaktan alıkoymuyor. Matematikçi de köleliğin insan iradesinden bağımsız meşru ve natural bir örüntü olduğunu savunabilir. Aynı matematikçi, demokrasi ne kelime, sayılar arasında bile bir hiyerarşi kurmaya kalkabilir. Ve bu hiyerarşiyi matematiğin bir parçası olarak görmeye kalkan bilim insanı mesela Pi sayısına çok özel değer atfedebilir. Asal sayılar karşısında diğer sayı öbeklerini hakir görebilir. Ve aşağılama ve yüceltmeyi mesela Ari Irkıyla mesela Dünyaya bedel Türk’le özdeşleştirebilir. Tüm bunlar matematikçinin kafasındaki kurmacalardır elbette. Tıpkı demokrasi gibi. Çünkü kurmacalarımıza yol veren tetikleyen belki yaratan ya da etkileyen toplumsallığımızın kendisidir.
Bilim, toplumsal aklın etkisi altında
Evet Ali Nesin iyi bir şey yapıyor: Seviyesiz bir popülizm karşısında Matematiksel bakışı ve bilimsel metodu savunarak faydalarından bahsediyor. Doğru yapıyor. Bilim, özgürlüğe giden kapının anahtarıdır. Özgürlük, sınırsız merak, engellenmeyen şüphe, baskılanmayan ilişkilendirme, set çekilmeyen araştırma, teşvik edilen keşfetme arzusuyla yol alır. Dizginlenemeyen bir sorgulama ve arayıştır donmuş aklın ve dogmanın kapılarını kıran. Bunu sağlayacak olan araçlardan biri de bilim. Ama sadece biri. Rolünün toplumsal bağlamından kopartılarak okunması, kendi başına insana özgürlük sunacağı iddiası, etik değerlere ikame edilmesi aslında bir başka ideolojik bakışın yansıması. Bilim, toplumsal aklın etkisi altında. Deney tüpünün içinde kendisi de bulunmakta. Bu çift taraflı bir etki. Diyalektik denilen.
Erdoğan İkliminin egemenliğindeki bir coğrafyada bilimsel bilginin niteliklerine ilişkin bu tartışma anlamlı gelmeyebilir. Katranlı karanlık gecesi çökmekte olan Irkçı Fundamental Paradigmanın, bilimsel düşünceyi günah; şüphe ve merakı suç; din dışılığı hedef, bu şekilde yaşayanları irşad ya da yok edilecek düşman olarak gören kana susamış kirli aklının iktidarı altında yaşarken bu polemik, bohem vurdumduymaz bir sosyal körlüğün uğraşı olarak görülebilir. Ama değil. Aydınlanma ideolojisinin tarihi neredeyse altı yüz yıla yaklaşıyor. Seküler İdeolojiye sırtını dayayarak yükselen Kapitalizm, gelgitlerine ve emperyal çıkarları gerektirdiğinde Sekülerizm düşmanlarını güçlendirmesine rağmen bilim ve teknolojiyi bugünlere taşıdı. Son iki yüzyılda ise Sosyalizm, Sekülerizmin bayrağını ezilenlerin eline vererek Poströnesans’a ivme kazandırdı ve İnsanlığın hayallerini çok daha ötelere sıçrattı. Bilimin ne olup olmadığı, araştırma konularını nasıl tespit ediyor bilgiyi neye göre seçiyor olduğumuz konusunda tarihin hızını aşan tartışmalar yaşadık. Mesela 1863 yılının Paris’indeki bilim tartışmaları bizi gülümsetebilir bugün ancak. Ve bugün, o günün aklının çok ötesinde bir yerde iken hala aynı argümanları bu kadar rahat kullanmaktan imtina etmemiz gerekiyor. Çünkü yaşadığımız katranlı karanlık gecenin ömrü o kadar da uzun değil. Çünkü dünyanın tarihsel yönelimi, yerelde yaşadığımız şu rotayı geriye çevirme iradesini önüne katıp sürükleyecek güçte. Yerelin yaşadığı İslami kısa devre ve Sekülerizmden beslenip fundamental “geçinen” entelektüel iddiasındaki pespaye cehalet, biraz da buradan güç alıyor. Böyle bir anda tarihin okunun 1863’te olmadığını bilerek bilimseli anlamak, aklımızı dilimizi bunun üzerine kurmak ve tartışmak gerekiyor. Çünkü tarihin okunun bir yönü yok ve o yönü her an değiştirebilecek güçte olan da insanın eylemli iradesi. O irade tarihsel birikiminden enerjisini alıyor. Büyük Paleontolog Stephan JayGould’un dediği gibi: “İnsan olarak ayırt edici özelliğimiz sadece zihinsel kapasitemiz değil zihinsel esnekliğimizdir. Çünkü dünyamızı biz yarattık biz değiştirebiliriz.”[6]
Utkucu00@gmail.com
Dipnotlar:
* (7) Bu yazıda tartışılan Abbas Güçlü’nün makalesi ile Ali Nesin’in yanıt yazısının linkleri
[1] “Küreselleşmenin her zaman solcu distopyacı eleştirmenleri olduysa da bir dünya görüşü olarak küreselleşme, genellikle neoliberalizm olarak bilinen, başını Thatcherizmin çektiği kuvvetli bir sağcı modernlik ve modernleşme kavrayışının yükselişe geçmesinin parçasıydı. Son moda entelektüel tartışmaların tuttuğu tuhaf yollar yüzünden, modernizmin yükselmekte olan bu yeni tezahürüne 1980’lerin ve 1990’ların postmodernistlerinden hiç saldırı gelmedi.(Bkz.. örneğin Anderson 1998; Bauman 1992; Lyotard 1984; Rosenau 1992; Seidmann 1994)” Dünya, Bir Kılavuz, Göran Therborn, Çeviri Ebru Kılıç, Versus Yayınları, Sayfa 68
“Bu dünya modernist mi yoksa postmodernist bir dünya mıdır? Birinci bölümde modernitenin tanımını vermiştik: Bir zaman okunu izleyen; yeni kurulabilir bir geleceğe yönelmiş mutlaka saygısızlıkla değilse bile geçmişe sırtını dönmüş dünya. Modernitenin zafere giderken izlediği farklı yollara dikkate çekmiştik. Yirminci yüzyılın son yıllarında, bu zafere postmodernizm tarafından meydan okunmuştur. Meydan okum söyleminin büyük bölümünün estetik bir odak noktası vardı., fakat modernite ile modernizme yönelik temel bir sorgulamayı da içeriyordu. Zamanın çizgisel olarak kavranmasına; modernite ile modernizmin ilerleme büyüme kalkınma özgürleşme vs gibi büyük büyük anlatılara dair sorgulamayı.
Postmodernizm, ezoterik kültüre araştırmalardan ya da sosyal felsefi bir akımdan ibaret değildi sadece. Roma Kulübü tarafından The Limits to Growth’a (1972) özetlenen yeni çevrecilikten, emeğin ileri doğru yürüyüşünün durdurulmasına Sovyetler Birliğinin çöküşünden ve acımasız Stalinist modernleştirmenin itibarsızlaştırılmasından ve yerli halkların yeni hareketlerinden güç alıyordu Mumbai’de 2004’te düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’nda sahneye asılan bir pankartta “İnsanlar kalkınma istemiyorlar. Yalnızca yaşamak istiyorlar. Diye yazıyordu… Solda ve eski solda postmodernizmin sağda da Margaret Thatcherin örnek olup canlandırdığı militan neoliberal bir modernizmin eş zamanlı olarak yükselmesi hiç açıkça ele alınmamıştır.” (Agy 125)
[2] Charles Bukowski, hikâyelerinde ağır işlerde ömür tüketen, alkolikliğin sınırında ve suçla temas halinde çoğunlukla işsiz lumpenlerin; asgari ücret karşılığında uyumak, yemek ve biraz dinlenmek dışında 7/24 çalışıp hayatı es geçen insanların iç karartan yazgılarını anlatır. Yaşayabilmek için çok çalışmalıdırlar. Ancak çalıştıklarında yaşayacak zamanları da kalmaz. Çalışmak sadece hayattan çalmak anlamına gelmez onları için. Çalışan, bedeninden aklından ruhundan da tüketir ve tükenir. Yaşlanır ve yaşarken ölür. Çalışmazlarsa zaten öleceklerdir. İşte size Bukowski Açmazı.
[3] Ancak bu tespit bilim karşısında ilahiyatın eşitiymiş gibi takındığı tutumun absürtlüğünü de ortadan kaldırmıyor. Evrimin karşısına Ol emrinin ısrarla teori iddiasıyla çıkarılmaya çalışılması dört başı mamur bir oksimoron değil de nedir ki?
[4] Daha detaylı bilgi için “Darwin ve Sonrası, Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler, Stephen Jay Gould, Tübitak Yayınları, Çeviren Ceyhan Temürcü
[5] “Aydınlanmış (Amerikan yn) bağımsızlık deklarasyonu ve yeni anayasaların haklarını açıkça tanıdığı köleler, eski köleler, Kızılderililer halkın bir parçası mıydı? Hayır, elbette ki değildi. Fatih-yerleşimciler silsilesi siyasi retorik ile siyasi pratik arasında eşi görülmemiş bir uçuruma dayanan bir siyasi kültürün yükselmesine neden oldu. Siyasi retorik genele hitap ediyordu; özgürlükten, halkın yönetmesinden, insanın haklarından, insanların eşitliğinden bahsediyordu. Siyasi uygulamaysa özel üzerinde duruyordu, cinsiyetçilik uzunca süredir genel bir özelciliğin parçası olmuştu, ayrıca esasları itibariyle ırkçıydı ve kurumsal olarak manipülatifti. Amerikan siyasi kültüründe giderek açılan bu uçurumu hiç kimse ABD’nin ulusal kahramanı George Washington kadar iyi ifade edememişti. Bağımsızlık savaşı sırasında, son İngiliz valisinin İngilizleri desteklemelerine karşılık köleleri serbest bırakmayı vaat ettiğini duyduğunda, George Washington valiyi “insanlık haklarına ihanet eden büyük bir hain” olarak tanımlamıştı. (Schama 2006:18) Güneydeki köle sahiplerinin Amerikan İç Savaşı’nda yenilgiye uğratılmasına rağmen ABD’de ırkların genel oy hakkına sahip olması ancak 1968-70’te, bağımsızlık savaşından neredeyse iki yüz yıl sonra yerleşiklik kazandı.” (Dünya, Bir Kılavuz, Göran Therborn, Çeviri Ebru Kılıç, Versus Yayınları, Sayfa 93-94)
[6] “Darwin ve Sonrası, Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler, Stephen Jay Gould, Tübitak Yayınları, Çeviren Ceyhan Temürcü Sayfa 244
コメント