AYNI TRENDE: İSLAM VE SOSYALİZM
- Murat Utkucu
- 20 Tem 2022
- 28 dakikada okunur

Hikâye meşhur… Belh şehrinin şehzadesi İbrahim Ethem, bir gün hizmetçilerinden birini, muhteşem yatağında uyurken yakalar. Hizmetçi şehzadenin yatak odasını temizlerken yorulmuş, bir dakikalık istirahat ise uzun bir uykunun kapısını aralamıştır. Şehzade, bu “densiz” hizmetçiyi, o halde görünce öfkeden deliye döner ve elindeki asa ile kızı dövmeye başlar. Kız acıyla fırlar yataktan, kendine gelince de bağışlanmak için yalvarmaya başlar: “Etme beyim!” der, dinletemez, “aman” diler, durduramaz. Gözyaşlarına karışan çığlıkları sarayın kubbelerinde yankılanır. Kız, nice zaman sonra ağlamayı keser, gülmeye başlar. Güldükçe, İbrahim Ethem hiddetlenir; hiddetlendikçe zalimleşir. Kız zalimin elinde eli yüz kan içinde oradan oraya savrulurken gülmesine ara vermez. Nihayet Şehzade, dövmekten yorulur elindeki asayı fırlatır atar, sedef kakmalı sandalyesine yığılır kalır ve sorar. “Ne zamandır dövüyorum seni, sense gülmeye devam ediyorsun. Dayaktan aklını mı kaçırdın yoksa?”
Kız, kanlar içinde, çöktüğü yerden doğrulur. Ama bu kez gülmez. İbrahim Ethem’e diker, gözlerini. Gözlerinde nefret değil, çırılçıplak bir acıma… Başlar konuşmaya: “Şu güzelim kuş tüyü yatakta, beş dakika uyudum uyumadım; çektiğim şu azaba bak… Sense hayatını bu yatakta geçirdin, belki son nefesini de üzerinde vereceksin. Öbür alemde neler çekeceğini düşünüyorum da ona gülüyorum Şehzadem… der susar. Şehzade’nin içinden bir ateş topu kopar, bir dağ yıkılır, bir güneş batar, bir kainat doğar. Sır kendini açık eder. Ne yapacağını bilmez halde kalkar ayağa, sonra dizüstü çöküverir olduğu yere, sonra koşup Hizmetçi Kız’ı kucaklar. Sebep olduğu yaralarına elleriyle merhem sürer… Sonra kuş tüyü yatak, sedef kakmalı sandalye, inci işlemeli kaftan ve asaletini, kirli bir gömlek gibi üstünden çıkarıp atar. Rivayet o ki yoldan geçen bir garibe bağışlar. Sonra, yoksulların, yani ayak takımının, yani halkın arasına karışır. Karışırken, berrak bir zerre gibi ayrışır. Bir kopuş hali, nihayetinde metamorfozdur bu. Şehzade Ethem, böylece sufiye, yani İbrahim Ethem Hazretleri’ne dönüşür. Hikâye, dilden dile, kıtadan kıtaya, çağdan çağa yayılır, bugünlere gelir.
Neredeyse bin iki yüz yıllık bu menkıbenin doğruluğu, şüpheli… Sıradan bir şehzadenin sufiye dönüşmesi, belki bu şekilde olmadı. Belki, uzun bir tefekkür safhası gerekti. Ama hikâyenin ana fikri, tıpkı bin yıl önce olduğu gibi, bugün de çoğunluk olan yoksulları cezp ediyor olmalı ki geçmişte dilden dile nakledilen bu menkıbe, bugün sadece basılı eserlerin sayfalarında değil, internet sitelerinde de can bulmaya devam ediyor. Bu ana fikir, ilk bakışta tacını tahtını, Allah yoluna terk eden bir sufinin naifliğine duyulan hayranlık gibi gözüküyor. Sen kalk, onca ihtişamı, malı mülkü rahat hayatı bırak, yollara düş… Olacak iş mi? Elbette değil. Zaten çoğunluk, bu tavra sadece gıpta ile bakarken kendileri için bir model olarak da almıyor. Sufilik ile naiflik arasında kurulan ilişki de tam burada… Ama menkıbenin ikinci ve perde arkasında kalmış gibi gözüken ana fikri var ki Sufi’yi ve hikayesini devrimcileştiriyor: Mülkiyet kirlidir. Mümini kirletir. Yatağın, sadece kuş tüyü olması değil, aynı zamanda sarayın demirbaşı olması anlamında bir kirliliktir bu. Mülkiyet, rahatı getirir ve bu kadar “rahat”, cezayı hak eder, aslında etmelidir de… Hizmetçi Kız, hikâyede “vahyin temsilcisi” sıfatıyla Kuran’a tercüman olmaktadır … Menkıbeyi bin yıldır nakledenler de Allah’ın böyle düşündüğünü düşünmektedirler. Hikâyede olduğu varsayılan konfor-mülkiyet ilişkisinin zorlama olduğu; mülkiyet ve zenginlikten öte hikayenin “rahatlık” eleştirisi içerdiğini iddia edenler “Mütevazı Kapitalizm”i İslam’ın kalbine yerleştirilebilir. Ama bunu yapmadan önce şu temel soruya cevap vermeleri gerekiyor: Saraydaki yatağın kenarına ilişebilmek için aslında neye sahip olmak gerekir? O zavallı hizmetçi kız, bırakın bir gece geçirmeyi, ilişmenin bile ne anlama geldiğini vücudundaki kırbaç izlerine bakıp öğrenmedi mi? İbrahim Ethem’e ise o, öğretecek! Evet… Siyasi İktidar, mülkiyet ve temerküzü olmadan, o kuş tüyü yatakta, Şehzade İbrahim Ethem bile yatamazdı. Rahat bir hayatı herkes ister, lakin çok az insan, maddi dünyanın nimetlerinden yararlanır. Bu, bin yıl önce de böyleydi. Kırılma dönemlerini saymazsak bugün de böyle… Rahat hayatın sırrı ise sınıf piramidinin tepesine yaklaşmakta saklı... Hizmetçi kız, Sekizinci Yüzyıl Hindistan’ında bunu biliyor ve dinsel inancının “piramit”e düşman olduğunu o zor anında söylemekten çekinmiyor. İşin ilginci, bir şehzadeyi ikna edebilecek kadar sağlam bir praksis ile hem de…
Aradan bin küsur yıl geçiyor. Hikâye internet üzerinden milyonlarca Müslüman’a ulaşıyor. İhtimal, gözyaşları içinde ve tazelenmiş imanla hikâyeyi okuyanlar, sonrasında, kendilerine ortopedik ve ihtimal hiç de ihtiyaçları olmadığı halde, en pahalısından yatak aldıklarında, akıllarına o hizmetçi kızın sözleri gelmiyor. Bir piyango bileti alıp zengin olma hayalleri kurarken de gardroplarında duran sürü sepet gömleklerine yenilerini eklerken de televizyon karşısında akşamları ağızlarını hiç boş bırakmadıklarını fark ettiklerinde de İbrahim Ethem’in sırra kadem basması, akıllarının ucuna dahi gelmiyor. Sebebi, kulların günaha temayüllü, bir tür hedonist olmaları, değil herhalde. Peki ne öyleyse? Birincisi, mevcut dünya düzeninin öğrettiği sosyo ekonomik terbiye, yani uygarlığı, tüketim miktarı ile özdeşleştiren kapitalist kültür. İkincisi dindarların Marks’la arasını açan şu ünlü afyonlu vecizesinde anlatılmak istendiği gibi, mevcut düzene rağmen, ama o düzenle birlikte yaşayabilmek için yeniden düzenlenmiş ve bu haliyle Öğretilmiş İslam.
Revize İslam’ın talebeleri, reddi mülk hikâyesini, masal tadında ve bir ermiş yaşarmış, zamanında duygusuyla okurken “derviş praksisi”nin İslam’ın kendisi olduğuna dair bir inanç taşımıyorlar. Şahsi bir tercih olarak gördükleri “dünyevi keyifle araya mesafe koyma” tavrını, İslam’ın temeliyle çok da ilişkilendirmiyorlar. Naif bir ermişin, kendisinden de naif bir tavrıdır bu. Sadece gözleri yaşartacak, ama asla uygulanmayacak bir Tarz-ı iman. Ama farz-ı İslam değil.
Yine de ortada bir terslik var sanki… Menkıbe’deki mülksüzlük güzellemesini, en azından naif bir eylemcinin tercihi olarak bu ülkede canı gönülden onaylayanların Komünizm’e ve Sol’a, en hafif deyimle, bu denli mesafeli durmaları tuhaf değil mi? O halde şu “Mesafe”nin sebepleri üzerinde biraz düşünelim: Tartışmaya girmeden önce, iki temel kavramı daraltarak kullandığımızı, İslam derken Sünniliği; Sol kavramı ile de Sosyalizmi kastettiğimizi belirtelim.
1.
İlk olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini not etmek gerekiyor. Aslında İstiklal Harbi sırasında, 1920 Kurucu Meclisi’ne rağmen, Cumhuriyet’in, kuruluş felsefesinin olmadığı doğru. Bu meclis, kurmaktan önce kurtarma hedefine kitlenmiş görünüyor. Geleceğin nasılı hakkında ortak bir fikir henüz yok yirmilerin ilk üç yılında. Bu anlamda 20 Meclisi ile ilk anayasayı kabul eden 24 Meclisi ve mesela ,37 Meclisi’nin “felsefe”leri de birbirini tutmuyor. Devletin ne olacağının zaman içinde, iktidar mücadelesiyle biçimlendiği görülmekle birlikte, özellikle saltanat kurumunun Malaya Zırhlısı ile birlikte itibarını da beraberinde götürmesinin etkisiyle, nispeten siyaseten uygun şartlarda ilan edilen Cumhuriyet ve sonrasında işleme konan siyasi projenin hızla netleştiği görülüyor: Balkan tipi ulus devlet inşası. Bu model’in özelliği, bütün özellikleriyle tek tip standart yurttaş yaratmak, olmayanları standarda uygun hale getirmektir. Aynı etnisitiye mensup, aynı dili konuşan ve aynı dine inanan insanlar topluluğu… Yani sadece Tek Millet, Tek Dil değil, aynı zamanda Tek Din ve hatta Tek Mezhep. Mesela bu çerçevede “Din ve devlet işlerini ayırmakla” yetinmeyen laik cumhuriyet, yurttaşların dinlerinden ne anlaması gerektiği hususuna da müdahil oldu. Elmalılı Hamdi Yazır’a sipariş edilen Kuran tefsirinde, dönemin Diyanet İşleri Başkanlığı, müfessirden “inanç meselelerinde Ehli Sünnet’e, pratik konularda ise Hanefilik mezhebine” uymasını talep ediyordu. 1
Laik Devlet, standart yurttaş’ında sadece Türk ve Müslüman kimliği aramıyor aynı zamanda Hanefi mezhebinden olmasını istiyordu. Böylece dinler arasında İslam, İslam içinde Sünnilik, Sünni mezhepler içinde ise Hanefilik tercih edilirken sadece Aleviler değil örneği Şafiiler de bu tercihin dışta bırakılmış unsurları olmaktaydılar. Bu şekilde Laik Cumhuriyet’in sadece dini değil mezhebi de -Hanefiliğin Laik/Kemalist versiyonu- biçimlendi. Bir “devlet dini” olarak, İslam, Kemalizm’in otuzlu yıllarda netleşen ideolojik karakteriyle bütünleşti. Bu ideolojinin “oklarından” biri olan halkçılık, toplumu sınıfsız imtiyazsız bir kitle olarak kurgularken Cuma fetvalarında can bulan Resmi İslam da uhrevi hayatta sadece takva ile ayrılan kullarını dünya hayatında eşitmiş gibi yapıp sosyo ekonomik farklılıkları göz ardı ederek Marks’ın afyonlu din tanımına yerel katkısını sunmuş oldu. Bu süreçte anti komünizm, Resmi İslam üzerinden Müslümanlığa yedirilirken daha yirmi yıl öncesine kadar (Birinci Dünya Savaşı, Sultan Galiyef, Doğu Halkları Kurultayı vs.) Sosyalizm ile İslam arasında uyum arayanların siyaset yaptığı geniş coğrafya hafızadan silinerek eşitlikçi fikirlerin İslam’a olan uzaklığı anlatılmaya çalışıldı. “İnsaflı Kapitalizm”, bu dinin olabilecek, en “sol” yorumu olurken, mevcut mülkiyet ilişkileri, zenginlik-yoksulluk ve mevcudun ekonomi politiği, takdiri ilahiden sayılarak kader niyetine sahiplenildi. Kadere ve buradan yola çıkarak düzene isyan, tarih boyunca, Resmi İlâhiyat tarafından Allah’a isyan olarak tanımlanmıştı. Bu gelenek, yeni cumhuriyete de miras olarak geçti. Böylece, “devlet dini”nin cemaatini oluşturan Müslümanlar, zihniyet olarak sağın doğal kitlesi haline gelmiş oldu.
2.
Kemalizm, kendi dinini yaratırken Sünni İslam, yeni rejim ve bu rejimin “İslamcılığı” karşısında bir anlamda yaşam mücadelesi veriyordu. Belki bu sebeple, rejimin tehlikeli muhalifi Said-i Kurdî (Nursî)(***) , itikad meselesini mülkiyet ilişkilerinin kahredici gündelik sonuçlarına tercih edecek, eserlerinde pozitivist argümanları da kullanarak “kullar arasındaki sınıf farklılığı ve iktisadi eşitsizliğin kaldırılmasına değil de Allah’ın ve dolayısıyla İslam’ın varlığına ilişkin tartışmalara yer verecekti.(*) Halbuki, bilinenin aksine, Sosyalizm’e ilişkin dikkate değer değerlendirmeler yapan da kendisiydi: “Sosyalistlik desatiri, İslâmiyetin esâsâtını bozamaz; şu medeniyet-i sefihe bozuyor, hem çok pahalı düşüyor. Zira maddiyyunluk ve engizisyonluk mâyesiyle neşv ü nema bulan medeniyet-i hâzıra, pek çok aldatıcı ve müşevvik vesait ile mücehhez ve cazibedardır. O sehhâre, din ve namus ve fazilet mukabilinde kendini satıyor. Şaşaalı bir hayatı gösterip takdim ettiğinden dinden, namusdan fazla rüşvet alıyor. Sosyalistlik ise; basit, sade bir hayatı takdim ediyor. Ona mukabil kimseyi dininden, imanından, namusundan büyük bir hisseyi feda etmek icbar etmediği gibi, kimse de kendinden mecburiyet hissetmez.” 2 Sosyalizmin İslamın özünü bozmayacağını bilakis mevcut medeniyet yani Kapitalizmin maddeci ve engizisyoncu zihniyetiyle kuvvet bulan gösterişli cezp edici hayatın Müslümanların dinine zarar verdiğini Sosyalizmin önerdiği sade hayatın ise Müslümanların din namus imanına dokunmadığını bizzat Said-i Kurdi dillendiriyor. Bu kadar da değil… Derdinin sadece imanlı Müslümanlar değil mutlu bir insanlık yaratmak olduğunu açıkça söylüyor: “medeniyet-i hâzıra; beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış; onunu, mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne-beyne bırakmış. Saadet odur ki; külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir. Nev-i beşere rahmet olan Kur’an, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.”3 insanlığın yüzde seksenbeşini berbat koşullara mahkum eden mevcut medeniyete (Kapitalizm) karşı Said-i Nursi, Kuran’ın herkesi (hiç olmazsa ekseriyeti) mutlu edecek bir medeniyet talebinden bulunduğunu belirtiyor.
Bu mutluluğun hakikat olmasında Sosyalizm hem ahlakî hem de siyasi açıdan Said için önemli “İnsanın gıdaya ihtiyacı gibi, zevke de bir ihtiyacı var. Nefs ve hevâ cihetinde tatmin edilmezse, ruh ve hüdâ canibinde zevkini arayacaktır. İki adam... Birisi seni, müşaşa, câzibedar, eğlenceli bir ziyafete teşriflerle davet eder. Diğeri, sade bir yerde, basit bir çorbaya seni çağırır. Birincisine, değil cemaat, sünnet, belki namazı da terk edersin gidersin. İkincisine, sünneti de terk etmezsin. Birincisi medeniyet, ikincisi sosyalistliktir. (Tuluat)… Şimdi Şarkda müthiş bir silah imal ediliyor. Bunun hak kısmına sahip olmalı. Yoksa yine küssek, onu da Hristiyanlık, İslâmiyet aleyhinde istimal edecektir. Buna karşı, husumetle dayanmak pek güçtür.”4 Kapitalist hayat tarzı, Müslümanı cemaatinden sünnet ve namazdan uzaklaştırırken, sade bir çorba tadında Sosyalizmin ahlakı, İslam’a zarar vermez. Doğuda imal edilen (Sovyet devrimi ve sonrası) Sosyalizm silahının hak kısmına sahip olmak ve onu da Hristiyanlığa kaptırmamak Said-i Nursi için önemli. Ama bu kadar değil. Said, Sosyalizmi önemsemekle kalmaz ona yol da gösterir. Çünkü Sosyalizm İslam’la uyumlu keskin bir fikirdir ve bu “keskin fikir” halkla kucaklaşmak için son tahlilde İslam’a ihtiyaç duyacaktır: “Cumhur-u avama müteveccih olan bir fikir kudsiyet almazsa, söner. O yeni desatire kudsiyet verecek iki muazzam rakib din var. Şu keskin fikir, gözünü açtığı vakit, hasmını Hristiyan ve hasmının elindeki silahını Hristiyanlık dini bulmuştur. Öyle ise, o fikir, yaşamak ve kudsiyet almak için İslâmiyete dehalet etmeye mecburdur. (Rumuz)”5
Said-i Nursi’nin Sovyet Devrimi dahil dünya tarihinin devrimci okumasını yaptığı bölüm meraklısı için dipnotlarda yer alıyor. 6 Fakat Türkiye’de Sünni İslam’ın bu büyük mütefekkir ve eylem insanının zengin yoksul ve açıkça sınıf eksenli duruşunu beyan ettiği sözleri Said-i Kurdi’yi tanımak için önemli: Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim. Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır.”7 Bu sözlerin bu ülkede anti komünizmin her dönem sağlam bir müttefiki olan dini hareketin liderine ait olması şaşırtıcı. Üstelik bu sözler, din aliminin “Yeni Said dönemi” içinde yani 1930’lu yılların başında söyleniyor. Said-i Kurdî, Burjuvaziye (istibdat ve tahakküm) karş ömrü boyunca muhalefet ettiğini zaten ayak takımının parçası olduğunu söylerken mutlak eşitliğe dinen itiraz ediyor. Gerçekte Sosyalizmin mutlak müsavat mı kuracağı ayrı bir tartışma konusu. Ama Said-i Nursî için İslam ile sosyalizm arasında açık bir yol var. Ama bu yol açıklığının Yeni Said olarak kabul edilen 1925 sonrası dönemde siyasete tahvil edilmediği de hakikat… Sonrasında takipçileri bu siyasi duruşu tamamen silmeyi uygun görecek, solla bırakın temas etmeyi, özellikle soğuk savaş dönemiyle birlikte rejimle bu ortak düşmana karşı ittifak edeceklerdir.
Sonuçta Cumhuriyet döneminden günümüze takipçilerinin ekseriyeti, kullar arasındaki eşitsizliğin son bulması için siyaset yapmak yerine Nur itikadının yayılması için, “Yeni Said” döneminden kalma altmış yıllık metinleri okumaya devam ediyorlar. Üstelik tıpkı, Nursi gibi Modernizmin araçlarını kullanarak, dinin kaynaklarını dünyevileştiriyor, laboratuarlarda dinsel argümanlara delil bulmaya çalışırken Pozitivist bir din yaratmaya çalışıyorlar. Bugün Nursi takipçilerinin ulaştığı kapitalist güç, iman meselesini öne çıkarmak konusunda müridlerini açıkça mürşidinden ayırıyor ve sermaye aklının parçası haline getiriyor. Sonuçta seksen yıllık süreçte Nurcu olsun, olmasın, Sünni İslam’ın boş bıraktığı diğer alandan Resmi Din’in iktisadi yorumları dinsel alana girmiş bulunuyor. Üstelik Sünni İslam’ın bu kesimiyle Devlet arasında bir hassasiyet ve nefret ortaklığı da açıkça görülmekte. Nur Ekolünden Halit Ertuğrul’un Kendini Arayan Adam adlı “bestseller”kitabı, bu nefret’in tipik bir tezahürü… Yazar’ın ihtimal büyük saygı duyduğu “Üstad’ın” Sosyalizm fikirlerini onaylamadığı anlaşılıyor. Kitapta, yazar tarafından ikna edilerek doğru yolu bulan örgüt yöneticisi bir Komünist’in hikâyesi, “çizgi roman” tadında,parodileştirilerek anlatılırken Komünizm de “hak ettiği” sıfatlarla yerden yere vuruluyor. Kitabın bir yerinde geçen şu ifade sahiden ilginç: “O adam, konuyu bir ara felsefi ve ekonomik sahaya çekmek istedi. Ben ise hemen tevhid konusuna dönmüştüm. Çünkü böylesine güçlü bir adamla kendi sahasında tartışabilmek için önce inanç meselesinin halledilmesi gerektiğini biliyordum.”8 Aslında bu bir itiraf: Yazar, bir Komünist’le iktisadi meseleleri tartışmaya, gücünün yetmeyeceğini, yani dünyadaki eşitsizlik meselesinde Komünist ideolojinin İslam’a göre daha sağlam argümanlara sahip olduğunu düşünüyor, bu nedenle elinin güçlü olduğuna inandığı “tevhid” yani teizm üzerine tartışma başlığı açarak hasmı karşısında etkili olmaya çalışıyor.
Burada akla takılan soru şu: Sahiden İslam’ın “felsefi ve iktisadi meselelere” yaklaşımı bir Komünistle münazara edemeyecek kadar zayıf mı? Yani, yoksulluk, açlık, herkese bedava sağlık, bedava eğitim, asgari ihtiyaçların bedelsiz karşılanması vb. hususlarda iki çift lafı yok mu İslam’ın? Said-i Nursî’nin olduğu görülüyor… Peki, bir Müslümanın amacı, muhatabını tevhid meselesinde ikna mı etmek, yoksa dünyayı iyilik, adalet ve (akrabalara) yardım (Nahl:90)(**)temelinde yeniden mi inşa etmek? Herkesin Müslüman olduğu, ama sömürünün; açlığın; yoksulluğun; dilenciliğin alıp başını gittiği bir dünya mı tahayyül edilen, yoksa yeryüzünün halifesi(Bakara:30) gibi yaşayan insanlardan oluşan bir hayat mı? Bir Müslümanın, söz konusu halifelik makamı için başka fikirlerden müttefik bulması mı anlamlıdır, yoksa ayetin açıkça kınadığı Ebu Lehep gibi, hırs küpü sermaye sahiplerinin iktidarında yaşamak mı? Bu noktada, İslamî hayat denilen ideal’in sahiden kimlerin kafasında ne anlama geldiğine bakmak ve bu anlamın ideolojik arka planını görmek gerekiyor. Bu arka planda Sünni İslam, yoksulluk ve sömürü iktisadını, bu hayatta ortadan kaldırılacak bir “kötülük” hali değil, aksine sevap vesilesi hayırlı bir sistem olarak gördüğü sürece, Sol ile arasındaki mesafe asla kapanmayacak. İşte tam da bu nedenle belki, bir kez daha genellersek Cumhuriyet Tarihi, Sünni İslam için, ırgatlarla beraber üzüm yemeye niyetlenmek değil, bağ sahipleri ile ittifak tarihidir.
3.
Sünni İslam’ın tavrı böyle de Sol’un yaklaşımı çok mu farklı? Kemalizm, son tahlilde bir modernizm projesi olması hasebiyle, Sol tarafından doğal müttefik olarak görüldü. Hatta bu müttefiklik hali, Komintern raporlarına da yansıdı. Tabii burada tek taraflı bir “aşk”tan söz etmek daha doğru olacak. Hatta Mustafa Kemal’in Komünizm’e ilişkin 7 Ağustos 1929 tarihinde, Eskişehir Garında TKP davasına bakan hakimlere söylediği “… Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Görüldüğü yerde ezilmelidir.”9 sözüyle hız kazanan komünist avından sonra bile bu destek devam etmiştir. Modern Devlet’in kuruluş sürecine neredeyse kayıtsız şartsız destek veren; dindarların ve Kürtlerin hak taleplerini gericilik olarak yaftalayan, bu çerçevede rejimin, hem kendisine hem de ötekilere hayatı zindan etmesini mazur gören Sol, İslam’la arasındaki köprüleri daha temel aşamasında berhava etmiş olsa gerek. Denebilir ki Cumhuriyet Solu’nun tarihi, İslam karşısında Kemalizm’e yedeklenme tarihidir … İslamî çevreler de ne ilginçtir, bu anlamda Kemalizm’e yedeklenmişlerdir. Rejim, iki hasmıyla da tek tek hesaplaşırken diğerini, kendine müttefik kılabilmiştir. Yoksul Müslümanlar için de, o yoksullar adına politika yapan Sosyalistler için de trajik olan budur. Bugün, İslamî etiketli sermayenin iktidar olduğu ve bu iktidarın yoksul Müslümanlar adına IMF politikalarını aynı kararlılıkla uygulanmaya devam ettiği bir ortamda, iki “hasmın” trajik karşıtlığından, hayatın asgarileri hususunda ortaklığa evrilecek bir olgunluk siyaseti çıkabilir mi? Belki yakın geleceğin siyasi gündemini, bu sorunun gündelik hayattaki karşılığı belirleyecek.
Sebebi ne olursa olsun, sonuçta doksan yıldır, Sünni İslam’ın sağa iman etmesine tanıklık ediyoruz. Yoksulların inancı, ne hikmetse, onları sağın kolay kitlesi haline getirdi. İslam coğrafyası, İran’dan Mısır’a oradan Sudan’a sol eğilimli ya da düpedüz solcu mütefekkirler çıkarabildiği halde, Türkiye’de İslamî düşünce hayatını soldan dalgalandırmış bir düşünür ve eylem insanı henüz çıkamadı. Bu hakikat, bir yandan Şeyh Bedreddin gibi Sünni İslam geleneğinden geldiği halde bu niteliği yok sayılan üstelik ulemadan üst düzey bürokrat iken Osmanlıya asi olmuş bir mütefekkir’i yetiştirmiş toprakların yaratıcılığına, öte yandan sola sempati duyan dindarların varlığına rağmen böyle… Peki, bunun müsebbibi, İslam’ın ideolojik kimliği mi? Yoksa İslam, emek sermaye çatışmasında, sermayeden yana tavrını, bin dört yüz yıl önce belirlemiş bir din mi? Kemalizm’in sınıfsız, imtiyazsız resmi dini, İslam’ın özünü mü temsil ediyor yoksa? Peki, itikad meselesini, yoksulluk açlık ve sömürünün önüne koyan cemaatler sahiden Kuran’da bu meselelere ehemmiyet verilmediğini mi keşfetmişler yoksa. Ve son olarak, İslam, mülk sahiplerinin, sermayedarların dini mi? İslam sağcı bir din mi yoksa?
Konu, incelemeye değer olmakla birlikte öncelikle bu şekilde kurulan bir soru cümlesinin doğru olmadığını söylemek gerekiyor. Birileri kalkıp da Hira dağı kadar Müslüman iken araya Tanrı dağlarını sıkıştırıyor; bir de üstüne, ırkçılığa bulanmış ümmetçilik aşını müslümanlara yedirebiliyorsa, dinde her türlü yorumun mubah olduğu sonucuna ulaşmak gerekiyor. Üstelik on dört asırlık tarihi boyunca, yapılmadık yorum, girilmedik tarik kalmamış bir dinden söz ediyoruz. Böylesi geniş açılı okumaları mevcut bir dinin sol tefsiri mümkün mü diye tartışmak herhalde abesle iştigal.
İkinci nokta ise insanlar neye inanırsa inansınlar, aynı sosyo- iktisadın tahakkümü altında, aynı sokak aynı kahve ve aynı atölye ve büroda, aynı metro, aynı gökdelen, aynı “AVM” aynı sevgi yolu ve meydanda, aynı cami, aynı şadırvan aynı kapalı çarşı ve aynı okulda bir araya gelmek durumunda. Bunun anlamı ise ister “Allahsız” olsun ister mütedeyyin kim siyasi iktisat hiyerarşisinin en alt katında yer alıyorsa aynı muameleye maruz kalacağıdır. Üç aşağı ama beş yukarı değil. Bir işçinin dindar, agnostik, ateist , Musevi, Budist, Müslüman olması Kapitalist üretim ilişkilerinde, hele sol siyaset düşük bir profil veriyorsa hiç önemli değil. Hepsi aynı ücretli sistemin vidası olmaya devam eder. Tabii sistemi sorgulayan bir muhalif hareket yükseldiğinde işin rengi değişecek, kılıçlar çekilecektir. Öncelikle müslüman işçilerin emek eksenli mücadeleden çekilip alınması için öteki dinlere mensup olanlardan ayrıştırılarak keşfedilmeleri, bu arada müslüman işçiler arasında dindarların göze görünür hale gelmeleri, -statükonun korunması için araç olarak kullanıldıkları sürece- böyle bir siyasi konjonktürde gerçekleşecektir. Kriz dönemlerinde ise solun mücadele çıtası yüksek olmasa dahi etnik dini farklılıkların aslında düşmanlık kaynağı olduğu propaganda edilebilir. Yoksulun yoksulluk nedenine kör olması için bugüne kadar denenmemiş yol kalmadı herhalde. Buna, iç ve dış savaş çıkartmak dahil...
Konuyu dağıtmadan, soruyu yeniden ve esastan soralım ve köklere dönelim: İslam, sol olabilir mi? Sol İslam, mümkün mü?
Sol, üç ayak üzerinde yükseliyor: Özgürlük, eşitlik,dayanışma… Terimlerde ısrar yok. Belki mülksüzlük, kolektivizm, paylaşım ya da akla gelmeyen ama bu anlamları içeren kavramları da yazmak mümkün. Otoriter tahayyüllere meyyal sol akımlar olsa da kişinin özünü gürleştirme hakkı; her şeyden önce dünyevi ya da uhrevi her türlü kutsalın dokunulmazlığını yıkan eleştiriyi içermesi bakımından Sosyalizmin olmazsa olmazı… Eşitlik; hukuksal, siyasi ve elbette bu ikisine de can vermek anlamında iktisadi eşitlik… Ve dayanışma! Sosyalizmin ahlakı, belki bu kavramla temsil ediliyor. Başkasının derdini, derdi edinen; gemisini kurtaran kaptanın yüzüne tüküren ve kendi bacağından asılan koyunlara, neden orada olduklarını sorup kendi başının çaresine bakanları ahlaksızlıkla itham eden bir anlayıştan söz ediyoruz. Tek başına kurtulmanın, kurtuluş anlamına gelmediğini vazederken, ruhu kirleten bir davranış olduğunu da büyük harflerle dillendiren bir anlayış... Ama asıl önemlisi bireylerin ortak eylemi olan dayanışmayı, şahsi tercihler olmakta çıkarıp siyasi programa dönüştüren bir anlayış.
“Sol Teslis”in İslam’daki karşılığı ne peki? Tartışmaya girmeden önce dayanışma maddesini apriori İslamla sol arasında ortak bir değer olduğunu not düşeceğiz. Cemaat toplumları ile kolektivist toplumlarda ortak bir damar olarak dayanışmayı duygusunu tespit edeceğiz. Diğer iki madde üzerinde ise düşünmek gerekiyor.
Özgürlük, popüler kültürde, kişinin dilediğini, dilediği zaman ve mekânda eylemesi anlamında asosyal bir tanımı mevcut. Ama bu tanım hakiki değil. Çünkü insan eylemin hakikati, aslında bir başkasındaki izdüşümüne bağlı. Tıpkı, ıssız bir adada şans eseri tanıştığı bir yerlinin (neden kabile adı değil de yerli?) adını öğrenmeyi reddeden Robinson Crusoe’nun “Avrupalı” kimliğinin Cuma ile (neden bu kadar saçma bir isim?) görünür olması gibi. Özgürlük, asgari iki kişilik bir ilişkiyi tanımlar çünkü… Sol, hem bu hakikati bilir, masallar aleminden özgürlüğü çekip alır, hem de insanın varlık sınırlarının uçlarına yolculuğa çıkar. Reel sol siyasetin, çoğu pratikte, bırakın ötekine yaşam hakkı tanımayı kendi sınırlarına bile tahammülsüz bir dünya yarattığı vakıa olsa da teorik ve “hayâl edilen” hakikatin, bu reel sapmanın dışında yer aldığını, üstelik hayali gerçek kılan tecrübelerin de mevcudiyetini samimiyetle iddia etmek mümkündür.
İslam’ın özgürlük meselesine bakışı, her inanç sistemi gibi din olmanın darlaştırıcı etkisiyle bükülüyor. Toplum ve doğa yasalarını yaratan bir varlıktan ve karşısında bir yaratılmıştan söz ediyoruz. Senaryo, sahne, dekor ve karakterleri bir kalemden (“Ol!”emri) çıkmış bir kukla tiyatrosu tanımladıktan sonra oyunda özgürlük aramak biraz zor görünüyor. Meşhur cüz’i irade kavramının “kuklalara” özgürlük kapısını aralayan bir serbest eylem alanı yarattığı teorik olarak doğru gibi… Ama davranışlara tam bir sorum yükleyecek kadar geniş bir özgürlük alanı tanımladığını iddia etmek de biraz zorlama olmuyor mu? İnsanın sınıfını, ailesini, yurdunu, milletini, köyünü, şehrini hatta bedenini belirleyemediği bir dünyada, kaderiyle yüzleşmesinden yani eyleminden sorumlu olması haksızlık gibi duruyor.
Yine de cüz’i iradenin, külli iradeye rağmen kendini var edebildiği bir eylem alanı var. İnsanın iman dahil her konuda tercihlerinin kendisine bırakılmış olması, aynı zamanda, bu tercihlere göre hayatını -günahkâr dahi olsa- yaşama hakkını da beraberinde getiriyor. Tabii bedelini ödemek kaydıyla… Peki bu “ödeme” için birilerinin kendine vazife çıkarması Kuran’a uygun mu? “Ve de ki: Hak rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin. Biz zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki onun duvarı kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. İman edip de güzel davranışlarda bulunanlar… işte onlara alt taraflarından ırmaklar akan And cennetleri vardır.”(Kehf : 29,30 ve 31) Ayetlerin anlamı açık. Tercihini başka türlü kullananlara karşı Allah, bu dünyada hüküm verilmesinden yana değil. Üstelik bu dünyada “ecirleri ziyan olmayanların” kazanımlarından da söz edilmiyor. Allah’ın yolundan gidiyorsunuz diye bu dünyada mükafatlandırılacaksınız diye bir müjde yok yani. Müslim ve ötekiler (gayrimüslim) için bir serbest bırakılma hali söz konusu… Üstelik “dinde zorlama yoktur!” (Bakara : 256) ifadesi, ötekinin öteki olma hakkıyla ilgili bir durum tespiti içeriyor. “Onlar seni yalanlarlarsa de ki benim işim bana sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptıklarıma uzaksınız ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” “Onlardan sana bakan da vardır. Fakat hala gerçeği göremiyorlarsa körleri sen mi doğru yola ileteceksin? Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yunus: 41, 43, 44). Eğer bir din, iman gibi temel bir meselede dahi “işleri” ayırdığını beyan ediyor ve zorlamaya itirazını açık bir dille söylüyorsa Kuran sınırlarına dahil olan ve olmayan için bir özgürlük alanı tanımlanabilir. Buradaki özgürlük kavramının ötekine hayat hakkı tanımaktan öteye geçmediği, bunun ise bir özgürlük hali değil, ufuksuz bir eylem hakkı olduğu doğru. Bununla birlikte, gerek Allah’ın ruhundan üfleyerek canlandırdığı bir varlığın (Hicr: 29) tanrısallığı gerek yeryüzüne halife tayin edilmiş bir canlının “seçilmişliği, bir özgürlük alanına işaret ediyor. Üstelik kutsal anlatıya göre, özgürlük, dağların bile korkarak sırtlamadığı bir yük iken sadece insan başına bela olarak “emaneti” kabul ediyor. “Cehalet ve zalimlik” insanın gözünü karartıyor herhalde. “Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekte çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi Doğrusu o çok zalim, çok cahildir. (Ahzab:72) Burada emanet’in gerçekte irade olduğu yönünde açıklamalar var. Ancak insana verilen bir armağan gibi de düşünmek mümkün. Çünkü İslamî paradigmada insan, ancak bu emaneti sırtlamakla yeryüzünün halifesi olma sıfatına hak kazanıyor.
Fakat hem yeryüzü’nün halifesi olarak ilan edilen, aynı anda hırsına yenik, acz içinde, riyakâr, zalim, cahil ama yine de üstün ve neredeyse ilahî bir varlık olarak tarif edilen insanın Kitaba göre tam bir kafa (ruh?) karışıklığı içinde olduğu vakıa iken “doğrusunu” bulmak adına ufuk ötesine açılmak hakkını da içeren bir özgürlük alanı verilmiş olduğu neden söylenmesin?
Eşitlik, İslam’ın sorunlu alanı. Nisa Suresi’nin 34. Ayeti, belki de bu alanda, Sol ile İslam arasındaki mesafeyi tanımlamakta: “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi, koruyucusudur.” Burada iki türlü eşitsizlik hali görülüyor. İlk olarak insanların bir kısmının ötekilerine üstün yaratılması ve bunun sonuçları, ikinci olarak birinciyle ilişkili olmak üzere kadının erkeğe tabi olması… Her iki durumda da üstünlük, yaratılıştan gelen değişmez mutlak bir hal gibi görünüyor. Kadın erkek eşitsizliğini bu yazının konusuna almayarak sınıfsal eşitsizlik üzerinden tartışmaya devam edelim. Ancak kadın erkek ilişkileri çerçevesinde evlilik, şahitlik, aile reisliği gibi konular başta olmak üzere toplumsal hayatta edilgen kılınan ve nihayetinde erkeğin sorumluluğuna verilen kadının takva, günah ve sevap hususunda erkekle eşitliği belki kadın özgürlüğü için İslam’daki açık kapılardan biridir. 10 Sınıfsal eşitsizliğe ilişkin bu ayete rağmen Kuran tıpkı köleliği yasaklayan bir ayet olmadığı halde her fırsatta köle azad etmeyi öğütlediği gibi bu üstünlük halinin iktisadi ve ahlaki sonuçlarını gidermek üzere emirler vermekten de imtina etmediği görülüyor. Malın sadece zenginler arasında dolaşan devlete itiraz (Haşr: 7); mala mülke ata davara ekine altına gümüşe düşkünlüğün takva karşısında küçümsenmesi (Al’i İmran: 14-15), altın gümüş yığıp bu serveti Allah yolunda harcamayanlara verilen elem verici azap müjdesi, bu biriktirilen servetin ateşte kızdırılıp servet sahibinin sırtına yapıştırılacak olması (Tevbe: 34-35) birkaç örnek…
Ama Tevbe Suresinin 59. Ayeti gerçekten dikkat çekici: “Eğer onlar Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olup “Allah bize yeter yakında Allah da lütfundan verecek Rusulü de. Biz yalnız Allah’a rağbet edenlerdeniz” deselerdi (daha doğru olurdu).
Ganimet paylaşımı sırasındaki bir tartışmaya müteakip bildirilen bu ayetin mesajı açık: “Herkes ihtiyacına göre alsın. Hatta almasın. Çünkü daha fazla ihtiyacı olanlar var. Allah’ın lütfu, maldan mülkten ötedir.” İhtiyacına göre alması istenenler, bu ganimetin kazanıldığı savaşta daha dün hayatlarını ortaya koymuşlardı halbuki. Bir başka düzenin lafzına fena halde benziyor bu sözler değil mi? Herkesin ihtiyacına göre aldığı ama yeteneğine göre verdiği bir düzene.
Kaldı ki komşusu açken tok karna uyumanın mahkum edildiği bir dinden söz ediyoruz. Che ‘nin on dört asır sonra başka çocukların ayakları çıplakken kendi çocuğunun ayakkabıyla dolaşmasını ahlaki düşkünlük olarak tanımladığını hatırlatırsak arada bir dil ve ötekinin derdiyle yanma hususunda bir yürek ortaklığı olduğunu söylediğimizde herhalde abartmış olmayız. Ama hayal de kurmamak, çubuğu bir tarafa bükerken sınırı bilmek gerek. Mesela, Zariyat Suresi’nde, dünyada güzel davrananlardan söz edilirken mallarından muhtaç ve yoksulların da payı olduğunu bilenleri (19); Mearic Suresi’ndeyse servet yığanlara cehennem ateşi müjdelenirken mallarından isteyene ve hatta istemeyene pay ayıranların övülerek cennetle ödüllendirildiği (24-25) ayetleri Sosyalizm’in iktisat programının yanına mı yazmak gerekiyor yoksa dayanışma duygusunu uç noktalara taşıyan bir dinden mi söz etmek gerekiyor? “Cimriler” ve”Servet toplayıp yığanlar”a karşı savaş, sadece yardımlaşma duygunun yansıması mıdır? Ama öyle olsa peygamber zenginlerin cennete girebilmek için yoksulları kırk bahar beklemeleri gerektiğini söyler miydi? “Dostum Ebu’l-Kasım dedi ki: “Allah’ım, beni yoksul olarak yaşat, yoksul olarak ruhumu kabzet, kıyamet günü de yoksullar zümresiyle birlikte haşret.” Âişe sordu: “Niçin ey Allah’ın Resûlü?” “Çünkü”, dedi, “Onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler. Ey Âişe! yoksulları sev ve onları meclisine yaklaştır, tâ ki Kıyâmet günü Allah da sana yaklaşsın.” (Aişe’den; Tirmizî, Zühd (2353)11 İsa’nın sözünü hatırlarsak arada anlayış ve hatta üslup olarak benzerlik olduğu görülecektir: “Zenginlerin cennete girmesi devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zordur” Hz.Muhammed’in sözü Hazreti İsa’ya göre daha mutedil görünse de İslam Peygamberi ‘nin halefinden pek de farklı düşünmediğini şu ayet gösteriyor: “ Dostum Ebu’l-Kasım dedi ki: “ (Miraç sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenlerin büyük çoğunluğunun yoksullar olduğunu gördüm. Zenginlerin cehennemlikleri ateşe gitmeye emrolunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler…” (Üsâme İbn Zeyd’den; Buhârî, Rikâk 51, Müslim, Zühd 93, (2736). Bu hadislerin amacının pekala zenginlerin yardımseverliğini artırmak olduğu söylenebilir. Ama peygambere atfedilen öyle sözler var ki burada bir tercih yapıldığı ortaya çıkıyor: “Dostum Ebu’l-Kasım dedi ki: “Bir adam, Allah’ın Resulü’ne uğradı. Peygamberimiz yanında bulunan zâta: “Şu gelen kimse hakkında görüşün nedir?” diye sordu. Adam: “O, halkın zengin eşrafındandır, bir kıza tâlib olsa hemen verirler, birisi lehine şefaatte bulunsa, hemen kabul ederler” dedi… Derken az sonra bir adam daha uğradı. Peygamperimiz “Peki bunun hakkında görüşün nedir?” dedi. Adam: “Ey Allah’ın Resûlü! Bu, müslümanların fakir takımındandır. Bir kıza tâlib olsa vermezler, şefaatte bulunsa itibar etmezler, bir şey söylese dinlemezler?” cevabını verdi. Bunun üzerine dedi ki: “Bu, onun gibilerin bir arz dolusundan daha hayırlıdır?” (Sehl ibn Sa’d’dan; Buhârî, Rikâk 16, Nikâh 15, İbn Mâce, Zühd 5, (4120).”
Zenginliği neredeyse kınayan, karşısında paylaşımı yücelten (Ben yalnız bölüştürücüyüm.) cennet yolunda fakirleri avantajlı ilan eden anlayışın, buna rağmen mülkiyeti yasaklamadığı ayrıca zenginliği veri kabul ettiği de hakikat! Bu nedenle Mustafa Akyol “özel mülkiyeti ve miras hakkını güvence altına alan, ticareti ısrarla teşvik eden, fiyatlara narh koymayıp "serbest pazar"ın önünü açan İslamiyet, ahlaki normlara sahip bir kapitalizmle son derece uyumludur.” 12 diyebiliyor. Mülkiyetin ahlakı olsaydı en azından Hz. Muhammed cehennemin zenginlerle dolu olduğunu söylemezdi herhalde. Bu arada Akyol, İslam ile Sosyalizm’in ezilenler hakkında “taban tabana zıt araçlara başvurduğunu söylerken İzzetbegoviç’ten alıntı yapar: "İslam vermeyi, sosyalizm el koymayı emreder." Zekâtı bir tür el koyma olarak görmediği anlaşılıyor Akyol’un.
Ama ortada bir çelişki var sanki… Hayatı düzenlemek ve yeryüzünün halifesine, kim olduğunu hatırlatmak için gelen “tebliğ”, yoksulluğa çare olmamış, komşusu açken umuru olmadan yatanı kınarken komşunun açlığına çözüm bulmamış olsun öyle mi? İnsanları inanıp inanmamakta serbest bırakan dinin, zenginliğin paylaşılmasını da bir tercih olarak gördüğü söylenebilir tabii. Ama bu durumda zekât müessesesini neye dayandıracağız? Bir denge halinin korunmasına mı? Yani yoksullar da zenginler de olacak. Ama fakirlerin o malda hakkı da olacak. O hak, zekât oranında aktarılacak. Aç komşunun karnı guruldarken diğerini de uyku tutmayacak. Gece kalkıp, komşu kebapçıya götürülecek! Ama zengine bu hassaslığı emreden din için yoksulluk kader olacak! Bu kadar basit yani…
Mülkiyetin ahlakına Kuran’ın da pek inanmadığı, ayetlerden anlaşılıyor. Akyol ise Kur’andaki yardımlaşma emirlerine riayet eden “vicdanlı sermaye sahiplerinden” söz ediyor. Meselenin püf noktası, zenginliğin vicdanla taçlandırılması belki de. Rahmetli Babam, oğullarına terzi ustasının bir sözünü hatırlatırdı fırsat buldukça: “Bu dünyada zengin olmak varmış! Hem rahat bir hayat yaşıyorlar hem keselerinden verip sevap işliyor, cennete girmeye hak kazanıyorlar. Fakirlik iki cihanda da başa bela!” Babam ve ustası, ihtimal İbrahim Ethem Hazretlerinin hikâyesini bilmiyorlardı. Rahat bir yatakta yatmanın bedelini de! Sözlerinde daha çok “ahlaklı kapitalizmi” sindirmiş dine bir eleştiri var sanki. Aslında bu türlü dinin de “öğretilmiş” olduğunu bilmeden bir eleştiri. Konfeksiyon işçisi Mehmet Ali Usta ile Mustafa Akyol’un İslam’dan anladıkları kesinlikle aynı değil. Sağcı Müslüman bir entelektüele ideal görünen dinsel model bir Müslüman işçi için haksızlığı temsil ediyor.
Tüm bu tartışmalara rağmen son tahlilde İslam’ın sahiden Ahlaki Kapitalizm mi yoksa Metafizik Sosyalizm mi olduğu bir okuma sorunudur. Burada Kuran’ın ruhunda tam olarak ne olduğu, peygamberin kişiliği ve sözlerini tartışmaktan öte günün meselelerine göre ortaya çıkacak farklı ekonomi politik yaklaşımların dinsel siyasetteki izdüşümünü sorgulamayı öneriyoruz.
Yine de altını çizelim: Peygamberin tüccar kimliği üzerinden İslam’ın ticaret dini olduğu söylense de gerek peygamberin bir mülksüz ve yetim olarak dünyaya gelmiş olması gerek sonradan eşi olacak bir tüccarın yanında yıllarca ücretli sıfatıyla çalışması, gerekse şahsı aracılığıyla tebliğ edilen dinin mülk karşıtı söylemi de içermesi, peygamberi yeni bir gözle okumayı zorunlu kılıyor. En alttakilerin peygamberi olarak bir Hazreti Muhammed okuması…
Mesele şu: Durduğunuz nokta; bakış ve okuma açınızı etkiliyor. Okumanın içeriğine müdahale eden bir açıdan söz ediyoruz. Kendisi de ideoloji olan dinsel alan, farklı siyasal düşüncelerin prizmasından geçerken kırılıyor. Çoğu ideoloji, bu şekilde dini kendine benzetiyor. İdeolojilerin sınıfsal kökenini düşündüğümüzde aynı dine mensup olduğu halde birbirinden o denli uzak dini yorumların aynı ana başlık altında nasıl toplandığını daha rahat anlayabiliriz. İktidar ve sınıf mücadelesi, kutsal okumaları, birbiriyle neredeyse ilgisiz uçlara savurabiliyor. Aynı din adına kılıç sallayan, aynı Allah’a iman eden tarafların birbirlerinin canına kastetmelerini başka türlü açıklamak mümkün mü? Bunun belki de en trajik örneği vefatından kısa sayılabilecek bir süre sonra peygamberin kendi sulbünden torunlarının, maiyetiyle birlikte, bir başka siyasi hizip taraftarı Müslümanlarca katledilmesidir. Dile kolay, kainatın varlık sebebi olduğuna inanılan bir peygamberin ailesinden söz ediyoruz. Üstelik cinayete sebep olanların İslam Devleti’nin iktidarında uzun süre söz sahibi oldular.
Mülkiyet meselesinde Kitabın kimin tarafında yer aldığı önemli. İdeolojilerin iddialarına ilahi onay anlamına gelecek bir tarafgirlik bu. Ama daha çok, kitabın bizatihi taraf olmasından öte taraf kılınmasından söz etmek gerekiyor. Hemen hemen Kitap’ın ne dediğine bakmadan tarih boyunca okumlar böyle bir seyir izliyor. Mesela yazar Mustafa Akyol kitaba sağ taraftan bakarken gerçekte bir sınıf adına yorumda bulunuyor. Yüzyıllar önce Torlak Kemal de bir başka sınıf ittifakı için söz söyleyip kılıç kuşanmıştı. Mezhep ve cemaat ayrışmasını da bu çerçevede düşünebiliriz.
Tarihsel olarak bütün kültürlerde yoksulların dini ile varsılların dini hep ayrı oldu. Aynı dine inandıklarını sanıyor olsalar dahi yaratıcıyı tanımlama biçimleri bile ayrıldı. Zalimin zulmüne karşı mazlumun Allah’ının olması böyle bir ayrım noktasının mihenk taşıdır. Peki kim bu Zalimler? Ateistler mi, Sosyalistler mi? Yoksa zenginlerin yaşadığı karşı mahalle sakinleri ya da şehrin bir ucundaki sitesinde sefa süren hemşehriler mi?
Hakikat şu ki Zalimlerle birlikte Cuma namazını kılmak için camide saf tutan; pazar günleri kilisede önlü arkalı da olsa aynı sıralarda buluşan dindaşlara, İlahî Kitabın sözlerini, mevcut rejimin egemenlerinin ekonomi politik ihtiyaçlarına göre -otantik anlamını bir kenara bırakarak -yorumlayan İlâhiyat Sınıfı, Allah ile Mevcut Rejimin amaçlarını aynılaştırmak gibi bir misyonla davrandılar. XVI. Asırda , Ebussuud Efendi’nin Alevilerin imhasını dinen caiz gören fetvasından çok daha öncesine dayanan ve bugün her hafta Türkiye Camilerinde Cuma hutbelerinin tek merkezden dikte ettirilmesine uzanan süreç, mevcudun dinselleştirilmesine hizmet eden siyasi programdan başka bir şey değil. Sözgelimi Aralık 2009’da, İnsan hakları haftası nedeniyle Türkiye’nin hemen bütün camilerinde Cuma hutbelerinde insan hakları kavramı işlendi. Yıl içinde ihtiyaçlara bağlı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ile bağlı birimleri Müslümanların düşünme tarzına hutbeler üzerinden müdahale ediyor. Bu müdahalenin İslam ve devletin resmi mezhebi olan Hanefilikle ne kadar ilişkili olduğu temel sorudur. Devlet kurumu olan Diyanetin aklının son tahlilde Devlet aklı, dininin de Devlet dini olacağını tespit için Ali Şeriati olmaya gerek yok.
Ülkenin siyasi gündemine göre belirlenen hutbe gündemi dinin sosyal gücünü işaret etmekte. Bu sosyal güç, egemen sınıflar blokunun ihtiyaçlarına göre ayar ediliyor. Müslümanların devlet ve mevcut siyasi yapı içinde tevekkül sahibi kul yurttaşlar olarak kontrol altında tutulması meselenin temelidir. Ancak meselenin bir diğer yanı var ki devlet kavramına yapılan vurgunun ağırlığı altında gözden kaçacak kadar silikleşiyor: Mülk sahibi yani burjuva Müslümanların durumu…
Laik devletle çatışma içinde görünen ve dinsel baskılardan nasiplerini aldıkları için diğer mağdurların yanına kendi adlarını da yazdıran büyük mülk sahibi kapitalist Müslümanların, siyaseten açlık tokluk meselesinden nerede durduklarının fotoğrafını çekmek önemli… Çünkü devletin temel iktisadi politikalarına (fonların dağılımı dışında) pek bir itirazı olmayan bu kesimler tıpkı Nursî Cemaatlerin ekseriyeti gibi, yoksullukla savaş yerine ya ateistleri (Aziz Nesin gündemlerinin birinci maddesine yerleştiriyorlar ya da Darwin’i ipe çekmek için darağaçları kuruyorlar.. Halbuki ne ateistler, iyi bir savaşçıdırlar ne de Evrim çürütülse, açlık ve mesela bebek ölümleri azalır. Üstelik evrim yasa düzeyinde kanıtlansa bile, bu durum Kuran’ı yanlışlamaz. Çünkü Kuran pozitivist cemaatlerin tezlerinin aksine biyoloji kitabı değildir. Tekamüliye’nin varlığı ya da yokluğu kitaptan çıkarılamaz. Tıpkı coğrafya astronomi bilgisinin çıkarılamayacağı gibi…
Din, insanların kalplerine egemen olduğu müddetçe zenginle yoksul arasındaki tarihsel mücadelede araç olarak kullanılmaya devam edecek. Kimi zaman mülksüzlerin elinde mülklülere karşı ama çoğu kez mülk sahiplerinin elinde mülksüzlere karşı… Marks, iki asır önce tam da zenginlerin elinde “oyuncak” olan dini tarif ediyordu. Dayanılması zor, kalpsiz, vicdansız ve ruhsuz bir dünyayı katlanılır kılan, ama direnmek yerine tevekkül talep eden ve bu nedenle en alttakilerin kurtuluşu için rehber olmak yerine onları uykuya yatıran bir dindi bu. Marks, XIX. Yüzyıl Avrupası’nda, Rahip Munzer’in devrimci hatırasına rağmen külliyen dini bu parantez içine alıyordu. Pozitivizmin en parlak döneminde, büyük umutlar asrında, üstelik tarihsel materyalizmin kurucu filozofuna, dinsel düşüncenin anti kapitalist direniş cephesine dahil olması fikri herhalde çok da cazip gelmiyordu.
Sosyalizmin dünyanın üçte birinde kendini “realize” edip sonrasında “kurtarılmış topraklar”ın “Reel” komünist partiler iradesiyle ancient regime’lere teslim edildiği bir çağdan geçtik. Teslim sonrası din, bu topraklarda sosyalist idealin düşmanı olarak yeniden dirildi. Belki bu durum, -reel hatalar bir yana- tarihin hiçbir döneminde kilisenin Rusya’da yoksulun yanında yer almaması ile ilgiliydi. Ama Latin Amerika’da bu nedenle bağlı bulundukları merkezden kopup kendi kiliselerini kuran ve hayatları pahasına Tanrının sol gözüyle dünyaya bakıp müdahil olan rahipler de var.
“Han hamam size din iman bize.” Bu söz, ihtimal, bir imam tarafından söylenmemiş olsa da bu coğrafyaya ait. Üstelik bu vecizede biz ve siz kapsamına giren herkes müslüman. Dinin ekonomi politiği üzerine, içerden bir okuma bu: Mülkiyeti üzerine geçiren Müslümanlar ötekilere din-imanla yaşamayı önerirken aslında kendilerinin Allahsız oldukları yok! Ama bir din okuması yaparak, yoksul mülksüzlere, tevekkül ve azla yetinmeyi, rejime karşı mutedil ve itaatkâr olmaları gerektiğini vazediyorlar. Bu ekonomi politiği deşifre edenler de, mülksüz Müslümanlar tabii ki.
Bu söz, aslında afyonlamaktan usanmış bir din talebini de ortaya koyuyor. Buradaki açmaz ise şu: Onbirinci tezle yoğrulmuş bir dinsel alan yaratabilmek için dünyaya Onbirinci Tez’in felsefesinden bakmak gerek. Belki de Onbirinci Tez’i şöyle yazmak: Bugüne kadar inananlar, adalet, eşitlik, iyilik, ve paylaşımı cennete götüren şahsi tercihler olarak gördüler. Aslolan dünyayı cennete çevirmektir. Ve elbette bunun için siyaset üretmek…
Dinsel alan, ancak solla temas halinde sevabı siyasetin parçası haline getirebilir. Bu mümkündür. Cehennemde yanmamak için namaz kılan ama namaz kıldığı camide ağustos ayında terlememek için klima taktıran zengin ile yoksul cami cemaatinin bir ve bütün olduğunu kim söyleyebilir. Yine Nur Cemaatlerinden birisinin sohbet toplantısında bana ibadet ve dua ile işsizlikten kurtulabileceğimi tüm samimiyeti ile söyleyen kendisi de yoksul imam sahiden kimin ekonomi politiğini savunuyordu. Aklına sıradan kapitalizmden başka bir ekonomik düzen gelmeyen,o yoksul imam, mevcudu veri olarak alıyor ve klasik bir Nurcu gibi tevhidi tek tarzı siyaset olarak görüordu. Belki de bu nedenle, cemaat dayanışmasını da katalizör olarak kullanarak hedefe kitlenen İslami kesim, aralarından çok sayıda tekel seviyesinde sermaye sahibi zengin aile çıkartarak eski Müsiad Başkanı Erol Yarar gibi bunu müthiş bir başarı olarak kaydettiler. Halbûki ahlak’ın bütünsel tutarlı olması gerekmez mi? Tek başına kurtulmak yerine bütün bir cemaat ya da insanlığın kurtuluşunu amaçlaması… Ama olmuyor. Çünkü iyilik ve yardımın ahlakı da sınıfsaldır. Hatta gecekonduların Allah’ı ile Residanceların Allah’ı da birbirine benzemez. Hakikat şu ki tarih boyunca saraylar kendi ilahi ideolojisini kulübelere dayatmış ve benimsetmiştir. Türkiye coğrafyası, bunun istisnası değildir.
Gecekondular ve yetmiş metrekarelik apartman dairelerinde yaşayanlar için hayatın anlamı din iman ayrımı yapmaz. Ama din bir ayrım noktası olarak ortaya atılabilir. Bedava sağlık hizmetinin neo liberal politik propaganda ile haksızlık ve ekonomiyi batıran bir durum olarak lanse edildiği dünyada içi boş teolojik tartışmaların, hasta yoksullar ve sosyal güvencesizler için bir anlamı var mı?
Gündelik hayatta, aynı ipin üzerinde durma mücadelesi verip aynı ahlakı benimseyen insanlar için tevhid tartışması düpedüz hayat dışı bir akademik tartışmanın parçası değil midir? İslam’ın sol tarafı kendine komşunun açlığını dert edinme duyarlılığı üzerinden bir hareket sahası bulacaktır. Bu duyarlılık, inançlı ya da değil bütün mülksüzler için eylem birliğini kuracak güçtedir aslında. Ama İslam ve Sol’un ortak siyasi proje üzerinde buluşmaları bu ülkenin tarihi boyunca engellenmiştir. Çünkü mülk sahibi sınıflar, ulemayı kullanarak ahlaklı mülkiyet, vicdanlı kapitalizm üzerinden bir başka dini kuruyorlar Bu din, bin dört yüz yıldır mevcut rejimleri meşrulaştırmak için yeniden ve yeniden üretiliyor. Geçmişte yapıldı, bugün de mülksüzlerin kendi ilâhiyatını egemenlerin ilâhiyatından çekip alması gerekiyor. Mülksüzlerin çıkarlarını gözeten her kimse ona iyi gözle bakan ve bu çıkarların ahlakını savunan, bu ahlak için yorum kapılarını açan bir ilâhiyat… Bedava sağlık bedava eğitim, barınma, yemek iş hakkını ilahileştiren, özgürlüğü sadece kendi dininin ayrıcalığı olarak görmeyip “yeryüzünün halifesi olan bütün insanlar” için dileyen bir ilâhiyat… Kadın ve erkek eşitliğini, takva eşitliği üzerinden yeniden kuran ilâhiyat.“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara :256) "Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." (Kehf: 19).Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. O halde inanmaları için insanları sen mi zorlayacaksın?" (Yunus: 99) ayetlerinden barış içinde bir arada yaşamanın “şifresini” çıkarabilen bir ilâhiyat… Eleştiri’yi cihad sebebi değil insan varlığının gereği kabul eden ilâhiyat. Farklı olanın farkını ancak anlatarak, yazarak çizerek ve örgütlenerek gerçekleştirebileceğini kendi tarihsel geçmişinden bilen bir ilâhiyat. Ötekine hayat hakkını, Allahın sözlerinden çıkarabilen bir ilâhiyat…
Din hayatı dönüştürmek amacıyla bu dünyada ve bu dünya için üretiliyor. İster kendini tarafsız tanımlasın ister bir partiyi destekleyecek kadar gündelik siyasete müdahil olsun, ister kamusal alanda egemenlik kurmayı hedeflesin ister kendini bireyin vicdanına hapsetsin bütün bu duruşların yoksul zengin işçi burjuva ve sınıf mücadelesinde karşılığı bulunuyor. Dinsel inancın bireysel alana hapsedilmesi ilk bakışta kulağa hoş gelse de bu durumun dahi dini mevcut rejimin onaylayıcısı haline getirmek gibi bir işlevi olduğu da ortada. Din, şimdiyi gelecek için sadece bir geçiş aşaması olarak gördüğünü iddia etse de dünyayı geleceğin kurgusuna benzetmek gibi bir amacı var. Ama bu benzetme sürecinin; kimin için, ne ve hangi sınıflar adına işleyeceği açık ki ilâhiyatı da kuşatan tarihsel çelişkilere bağlı. O çelişkiler ki köleliğin ilgasını dilediği halde, Kuran’ın kayıt düşmesini engelleyebildi. O çelişkiler ki peygamberin bazı hadislerini göz ardı edebilecek kadar dine müdahil olabildi.
O halde çelişkilerin çözümünde mülksüzlerden taraf bir İlahiyat’a ihtiyaç var. Burada Sol’un da dilini ve düşünme biçimlerini yenilemesi en azından üzerine düşünmesi gerekiyor.in Din özü itibari ile Sol’un hasmı olamaz. Ama hasım edilebilir. Din, Felsefenin sonsuz düşünce kulvarında bir tartışma maddesi olabilir. Allah’ın varlığı ya da yokluğu meselesi, laboratuvarda kanıtlanmadığı sürece ki bu imkansız, tartışılmaya devam edecek. Ama bu tartışma, gündelik hayatta benzer siyasal söyleme sahip sınıfdaşları yani işçileri, mülksüzleri birbirine düşman ettiği sürece din, en alttakilerin ittifakını engellemek için en üsttekiler tarafından bir frekans karıştırma aracı olarak kullanılmaya devam edecek. Ama bunda sadece dindarların değil mülksüzler adına politika üreten solcuların da payı olacak.
İnsanların açlıktan öldüğü bir dünyada, ahlak teorisi ya da din bilim tartışması yapmak yerine vicdan ve ahlakı sokakta görünür kılmak gerekiyor belki de. Adorno’nun Auschwitz'den sonra şiir yazılmayacağına ilişkin sözünü düşünün. Said-i Nursî de sözlerindeki ideolojik ürkekliğe rağmen amacının ortak bir programla bu dünyaya müdahil olup bir şeyleryapmak olduğunu söylemiyor mu? “Sosyalistlik, İslâmiyete ilişemez ve dinimize zarar veremez. Hem bizi sosyalistliğe sokamaz. Fakat garblılaşmak, İngiliz ve Fransız’ın medeniyetinin fena kısmı, bizim dinimizi kısmen terketmeğe mukabil, zararlı bir medeniyete bizi mecbur edecekler. Onun fenalıkları iyiliklerine galebe eden böyle medeniyete, bizim müttefikimiz olan Almanın sosyalistliği, dinimize ilişmediği ve bizi sosyalistliğe sevk etmediği için tercih ediyoruz”13
Dinin, kainat dışı ve aynı zamanda dünyaya içkin bir yaratıcı-iktidar kurumu üzerinden yabancılaşmaya yol açtığı vakıa… Sol’un Türkiye’de dine ve dindarlara yabancılaştığı da bir başka vakıa. Tarihsel ve kitlesel bir kurum olarak dinle kurulan ilişkinin siyasi sonuçlarını düşünürsek bu yabancılaşmanın herkes için hayırlara vesile olmadığı da ortada.
…
Yıl 1989. Genç bir üniversite talebesi, sıcak bir yaz akşamı, Ankara Garı’nda, peronda beklemekte olan trene biniyor. Anadolu Ekspresi’nin pulman vagonuna giriyor, biraz yürüdükten sonra ikili sıralanmış koltuklardan birine yerleşiyor. Vagonda kimsecikler yok. Camdan dışarı bakıyor. Şehir ve gar sakin, tren tenha… Biraz sonra, neşe içinde bir aile vagona giriyor. Genç bir karı koca, iki çocuk. Kadın türbanlı. Kısa ve telaşlı bir aramadan sonra koltuklarını buluyorlar. Kadın ve çocuklar, yandaki ikiliye geçerken erkek, üniversitelinin yanına oturuyor. Tecrübeli gözü, koltuk arkalığına yerleştirilmiş sosyalist dergi ve kitaplara ilişiyor. Yüzünde gülümseme. Merhabalaşıyorlar sıcak. Sonra yol boyunca koyu bir muhabbete dalıyorlar. Ama Allah’ın varlığı ya da yokluğu değil ilgilerini çeken. Başka şeyleri, mesela kapitalist hayat tarzının gündelik etkilerini, yoksulluğu, paylaşımı, tüketmenin yıkıcı felsefesini, sonra ev eşyalarının gereksizliğini çevrenin bu konudaki baskılarını konuşuyorlar. Anlaşamadıkları bir konu yok. Birisi ateist öteki dindar ama dilleri ne kadar da benzer.
Bu hikaye gerçek ve ihtimal bir çok kişinin bunun gibi hatıraları mevcut. Yıllar sonra Anadolu Ekspresindeki “yoldaşımla” aramızdaki sıcaklığın sebebini düşünüyorum? Herhalde ahlaklı kapitalist bir İslam anlayışına sahip olması değil yol arkadaşımın. Belki soldan dünyaya bakan ve bunun teorisini yapacak kadar donanımlı bir Müslüman olması. Sebep ne olursa olsun,ortaklığımız hayata dairdi… Önemli olan da buydu işte.
İslam ile Sol arasındaki hayata dair ortaklığın siyasi sonuçları tam olarak ne olur bilinmez. Ama böyle bir durumda mülk ve iktidar sahipleri, dinsel alanı, mülksüzlerin aleyhine bu denli kolay kullanamazlar. Başlangıç için hiç de fena sayılmaz! Değil mi?
Murat Utkucu
(*) Türkiye’de Sünni İslam Geleneği ile Sol arasındaki tarihsel kırılgan ilişki hususunda değerli görüşlerinden yararlandığım Mazlumder İzmir Şube Başkanı Sayın Mustafa Kaylı’ya; ayrıca Sosyalizm’e ilişkin Said-î Kurdî Külliyatı’nı tarayarak ulaştığı sonuçları benimle paylaşma nezaketini gösteren ve fikirlerini esirgemeyen Mazlumder Genel Yönetim Kurulu üyesi Sayın Süphan Erkan’a ve gündelik hayatta İslam ve Sol’un teması hususunda değerli fikirlerinden yararlandığım Sayın Harun Cici’ye teşekkürlerimi sunuyorum. Sağ olsunlar.
(**) Kuran’dan yapılan alıntıların tamamı için Kur’anı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali’nden (Heyet, Kral Fehd Mushaf-ı Şerif Basım Kurumu, 1992, Medine, Suudi Arabistan) yararlanılmıştır.
(***) Said-i Kurdî’nin Nursî’leşmesi süreci ile imparatorluğun ulus devlete dönüşme süreci arasında paralellik görünüyor. İmparatorluk yıllarında yazılarının altına Said-i Kurdî imzasını atan mütefekkir Tek millet ideolojisinin herhalde baskısıyla Nursî adına dönüyor. Ardılları, sorgusuz bu adı kullanıyor. Kurdî sıfatı, bu süreçle birlikte, Kürtlerle birlikte yok hükmünde kabul ediliyor.
1.http://tr.wikipedia.org/wiki/Elmal%C4%B1l%C4%B1_Muhammed_Hamdi_Yaz%C4%B1r . Sözkonusu protokol ve içeriğine ilişkin yazılı kaynağa ulaşılamamış ancak protokolün varlığı şifahen teyit edilmiştir.
2. İçtimai Dersler (Hakikat Çekirdekleri I-II,) Said-i Nursî, Zehra Yayıncılık, İstanbul 2009, Sayfa 234
3. İçtimai Dersler (Sünuhat, Said-i Nursî, Zehra Yayıncılık, İstanbul 2009, Sayfa 262
4-5. İçtimai Dersler, (Hakikat Çekirdekleri I-II; Tuluat, Rumuz), Said-i Nursî, Zehra Yayıncılık, İstanbul 2009, Sayfa 235
6. “İKİNCİ NÜKTE: Şu Vehhabi meselesinin âlem-i İslâmın an’anesi itibariyle nasıl ki üç esası var, öyle de âlem-i insaniyet itibariyle dahi üç esası vardır.Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesi noktasında bakılsa görülüyor ki, hayat-ı içtimaiye-i siyasiye itibariyle beşer bir kaç devir geçirmiş. Birinci devir vahşet ve bedevilik devri, ikinci devir memlukiyet devri, üçüncü devir esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi malikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş, nim-medeniyet devri açılmış. Fakat nev-i beşerin zekileri ve kavileri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar dahi bir intibaha düşüp gayrete gelerek o devri esir devrine çevirmişler. Yani memlûkiyetten kurtulup, fakat el-hükmü li’l-galib olan zalim düsturuyla yine insanların kavileri zaiflerine esir muamelesi yapmışlar. Sonra ihtilâl-i kebir gibi çok inkılâblarla o devir de ecir devrine inkılâb etmiş. Yani zenginler olan havas tabakası, avamı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yı ve ameleyi küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir. Bu devirde su-i istimalât o dereceye vardı ki bir sermayedar, kendi yerinde oturup bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde, bir biçare amele sabahtan akşama kadar tahte’l-arz madenlerde çalışıp kut-u lâyemut derecesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hâl müdhiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avam tabakası havassa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tabiriyle sosyalistlik, bolşeviklik suretinde, evvel Rusya’yı zir-u zeber edip geçen harb-i umumîden istifade ederek her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyam-ı avam, havassa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden büyüklere ve havassa ait medar-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş. Mektubat (28.Mektup), Said-i Nursî, Zehra Yayıncılık, İstanbul 1997 Sayfa 415
7. Lemalar, (22.Lema) Said-i Nursî, Zehra Yayıncılık, İstanbul 2008, Sayfa 210
8. Kendini Arayan Adam, Halit Ertuğrul, Nesil Yayınları, İstanbul 2005, Sayfa 53
9.Fabrika, Sayı, 63, Aralık 2006, Sayfa, 107.TKP Tarihinde İlk Büyük Kırılmaya Doğru, Sinan Dervişoğlu.(Yazıdaki bilginin, “1929 TKP Tevkifatı, derleyen E. Akbulut Tüstav Yayınları s. 133”ten alındığı dipnotta yer almaktadır.
10. Bu konuda Malezyalı yazar Amine Wedud-Muhsin’in İz Yayıncılık’tan çıkan Kur’an ve Kadın kitabı meraklısı için ilginç olabilir.
11. Yazıda yer alan hadislerin tümü için http://ihsaneliacik.wordpress.com/2009/11/08/dinle-ebul-kasimdan-yeni/
12. Sosyalizm İslam’a Uyar mı? Mustafa Akyol, 29 Aralık 2006 tarihli Radikal Gazetesi
13. İçtimai Dersler,(Makaleler) Said-i Nursî, Zehra Yayıncılık 2009 Sayfa 581
Comments