MEVCUT İSLAM PARADİGMASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER: İSLAM REEL’DEN NASIL KURTULUR?
- Murat Utkucu
- 25 Tem 2022
- 18 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 31 Tem 2022

Kırtas Vakası’nı duydunuz mu? Onca yıl kendince İslami metinleri okumaya çalışan biri olarak haberdar olmam bile çok geç oldu. Geç oldu çünkü ne Orta öğrenim İslami müfredat dahilinde ne de medyada anlatılıp tartışılan bir olaydır Kırtas. Çünkü tartışılması Pandora’nın Kutusu’nun açılmasına sebep olabilir. Tabii abartmaya gerek yok. İslam’da reformun kapısını açar demiyoruz lakin mevcut paradigmayı da olduğu gibi bırakmayacağı vakıa.
Hikâye ne peki? Peygamber ölüm döşeğindedir. Vasiyetini yazmak üzere kâğıt kalem getirilmesini ister. Zaten Kırtas, kâğıt anlamındadır ve kırtasiye kelimesinin kökü de budur. Başta Ömer olmak üzere hasta yatağının başında bulunan Sahabenin bir bölümü, peygamberin bu isteğini reddeder. Çünkü peygamberin aklı başında değildir o anda! Diğer bölümü ise Allah’ın Elçisi hakkında böyle bir iddiada hiçbir zaman bulunulamayacağını söyler. Velhasıl yatağı başındakilerin kavgasını bitkin halde izleyen Peygamber, huzurunda tartışanları saygıya davet eder ama dileğinden de vazgeçmek zorunda kalır. İyi de ne söyleyecektir de neden korkmuştur o insanlar? Kuran’a aykırı bir cümle çıkmasın diye mi müdahalede bulunmuşlardır. Yani dinin temel ilkelerini korumak için? Hayır! Vasiyet’e dair tek bir endişe vardır itirazcılarda: Peygamberin kendisinden sonra temsilci olarak tayin edeceği kişinin kimliği! Aslında damadı Ali’yi seçme ihtimali. Endişeleri o kadar güçlüdür ki Peygamber’e vasiyetini yazdırmamışlardır. Ümmeti tarafından Kâinatın efendisi sıfatı ile anılan Peygamber, ne tuhaftır ki hayatındaki son dileğini yerine getirememiş, aslında getirmesine izin verilmemiştir. İslam’da iktidar savaşları belki her zaman vardı ama ölüm döşeğinde yaşanan bu olay, Peygamber henüz son nefesini vermeden İslam’ın nasıl ikiye bölündüğünün de kanıtıdır.
İlahi iktidarın yeryüzünde vekâleten kim tarafından temsil edileceği temel meseledir bütün dinlerde. Çünkü ilah, imtihan ettiği insanlarla muhatap olmamaktadır. Üstelik din tebliğ edildikten sonra -özellikle Ortadoğu dinlerinde- bir daha ilahi bir mesaj gelmemekte. Peygamberlerin birincil işlevi zaten mesajı iletmek! Başkasına devredilip aktarılamayan bir yetkidir bu. Belki de bütün sorunların kaynağı. Çünkü din, böylece sürekli tefsir edilmek zorunda kalmakta yeni toplum ve sosyolojileri için yeni ilahi emirlerin kapısı da kapanmış olmaktadır. Tam da bu nedenle Kuran bütün çağlara indirildiğini iddia etmektedir zaten! Zaman dışı bir kutsal metin! İşte vekâleti alan, bu metnin doğru okumasını yapma iddiasını da üstüne almış olacaktır. Fakat görülüyor ki iddia, çoğu kez sadece sahibini bağlamış ve vekâlet ancak iktidar zoru ve şiddetle vekilin üzerinde kalabilmiştir. Peygamberin vefatından sonra, hepsi akrabası olan dört halifeden ilki hariç öteki üçü suikasta kurban giderken katillerin tamamının İslam adına cinayeti işleyen Müslümanlar olması vekillerin de can güvenliğinin olmadığını göstermektedir. Peygamber torunlarının bile bu iktidar mücadelesinden canlarını kurtaramadığı bir durumdan söz ediyoruz. Mücadele o kadar keskindir ki vekaleti kime vereceğine dair bir niyet ya da karar bildirebilir diye “Kainatın Efendisine vasiyeti bile yazdırılmamıştır.. Üstelik sebep de inanılmazdır: Akıl sağlığı yerinde değil! O ana kadar kimsenin sorgulamaya gerek duymadığı üstelik vahyin temsilcisinin aklı bir anda güvenilmez ilan edilebilmiştir.
İslam her zaman siyasi olmuştur. İlahi düzenin dünyada kurulması anlamında toplumu düzenleyen siyasi projedir. Hıristiyanlıkta ısrarla vurgulanan Tanrının Krallığını kurmak İsa’ya değil ama henüz hayattayken Muhammed’e nasip olmuştur. Krallık derken Yedinci Yüzyıl’ın başında bir kabileler konfederasyonundan söz ediyoruz. Zaman içinde sıkı kuralları olan merkezi bir dinsel imparatorluğa evirilecektir. Bütün dinler, siyasete içkindir. Semavi iradenin yeryüzüne indirilmesidir. Ve bu anlamda toplum mühendisliğidir. Ancak Ortadoğu Dinleri’nde siyasi mühendislik, olabilecek en üst seviyede zuhur eder. Bu dinler arasında ise İslamiyet, peygamberi hayattayken sistem inşa etmesi, hayatın her alanını düzenlemeye kalkması ve tebliğinden yüz yıl sonra imparatorluğa evirilmesi anlamında birinciliği göğüslemektedir.
Yıllar önce El Ezher mezunu bir hocayla tanışmıştım. Şöyle demişti bana: Herkesin Allah’ı aklının ufku kadardır. Bu teze göre dünyada kaç tane insan varsa o kadar da Allah vardı ve tespit fena halde doğruydu: Sahiden kiminin Allah’ı zalim, kimininki sevecen, kimininki intikamcı, kimininki vur patlasın çal oynasın eğlenceli ama herkesin aklına göre bir Allah algısı mevcut! Bunun bir zararı yoksa da dinlerin kesinlikle böyle bir niyeti olmadığı biliniyor. Ne Allah tanımı ne de gelecek ilahi düzen hakkında öyle bin fikir çatışsın bin cemaat çiçek açsın diyen bir din bulunmuyor! Ama şuraya bakın ki dünyada sadece binlerce din yok her dinin neredeyse yüzlerce yan dini var! Soruyu şöyle soralım o halde: Din nedir? Bireyi öte dünyaya hazırlamak iddiası ile bu dünyanın bireysel, sosyal siyasal iktisadi ve hatta bilimsel bütün alanlarını düzenleyen ilahi ideolojilerdir. Ama ideoloji olabilmenin nihai şartı, düşünce sisteminin mülkiyet ve ilişkileri üzerine duruşunu ortaya koymasıdır. Bu durum ideolojinin safını da belirleyecektir. Görülen o ki bu duruş, neredeyse bütün dinlerde çocukluk ve yetişkinlik dönemlerinde farklı seyrediyor. Dinler doğduklarında kendine ancak yoksullar arasında yer buluyor. Ve ilk tebliğ günlerinde müritlerinin hemen hepsi yeryüzünün lanetlilerinden oluşuyor. Bir başka deyişle, dinler egemen sınıfların masa başı çalışması olarak projelendirilmemişse eğer, ezilenlerin ilahi politiği olarak ortaya çıkıyorlar. Ortadoğu dinlerinin tamamı en alttakilerin dertlerine dil ve derman olmak üzere yola çıkmış ilahi programlardır. Musa’dan Muhammed’e durum bu! Dinler, Ezilenlerin İlahiyatı olarak doğarlar. Ve ezenlerin dinine karşı, devrimci bir din olarak, kalkan ve mızrak görevi görürler. Ancak görülen o ki zaman içinde iktidar ve mülkiyet sahipleri o dini alıp kendilerine benzetirler. Hıristiyanlık gibi komünizan bir dinin zaman içinde Roma’nın devlet dini statütüsüne erişmesi ne büyük trajedidir. Aynı trajedi, mülkiyete kökten bir karşıtlığı bulunmayan İslam için de geçerli. Yani ezilenlerin dini kısa sürede ezenlerin elinde oyuncağa döner. Tabii ezenlerin ilahiyatı da zaman içinde etnik coğrafi şehirli göçebe olarak yüzlerce alt kola ayrılır, tarihsel seyrinde egemen sınıf blokları kendi dinlerini yaratmaya devam ederler. Ama nasıl ki Dünyayı Sarsan On Gün kitabında, John Reed’in Bolşevik işçisi, Menşevik teorisyenin tüm o entelektüel konuşmasını tek cümlede boşa çıkarıyorsa biz de din adına o işçinin sözünü buraya not düşebiliriz: Her ilahiyat’ın iki yüzü vardır ve iki sınıftan birini temsil eder. Ya Ezenlerin ilahiyatıdır ya da ezilenlerin! Bu iki ilahiyat aynı anda vardır. Ama hangisi güçlüyse ötekine galebe çalacaktır.
İslam’da ilk Müslümanlar Peygamber’in karısı ve akrabaları dışında kölelerden oluşmuştur. Bu anlamda kölelerin dini olarak ortaya çıkmıştır aslında: Mülkiyetin biriktirilmesine karşı dağıtmayı efendiliğe karşı kölelerin özgür bırakılmasını vaaz eden bir din! Nihayetinde Marangoz İsa’nın zenginleri cennetten kovan komünizan ve Sezar’ın hakkını yine ona veren neredeyse seküler dinine göre Tüccar Muhammed’in dini çok daha yumuşak ve tedrici bir geçişi öngören mülk sahibi sınıflara karşı çok daha yumuşak bir programı içeriyordu. Aksi takdirde bu kadar kısa sürede Mekke eşrafının İslam’a nispeten gönüllü olarak dâhil olması mümkün olmazdı. Ticari faaliyeti överek rızkın onda dokuzunu ticarete ayıran hadise rağmen ezilenlerin dini olarak ortaya çıkan İslamiyet, kısa sürede hâkim sınıfın üstüne bindiği bir dalga haline geldi. Öyle bir dalga ki cihat ideolojisiyle tahkim edilmiş bu dalga ile Mekke’nin soyluları kendilerini yüz yıl sonra bir dünya imparatorluğunun yönetici eliti olarak buldular. Tabii onlar böyle yükselirken İslam’ın ilk müridleri olan kölelere ve mustazaflara yani ezilenlere de yine başı önde evlerine dönmek düşecekti. Oysaki Kassas Suresi çok açık koyuyordu meseleyi: Biz ise, o yerde mustazaflara (ezilenlere) lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk. Ayette Musa dönemine vurgu yapıldığına göre ezilenlerin önder olabilmesinin pek de kolay olmadığı anlaşılıyor. Çünkü ayetin anlattığı dönem yani Musa’dan Ortadoğu’nun son İbrahimî dine kadar neredeyse iki bin yıl geçmesi gerekmişti. Ve ne yazık ki mustazaflar hiç de iktidar yüzü görememişlerdi. IŞID’ın köle pazarlarının yeniden canlandığı İslam Coğrafyası’nda ilk Müslümanların kölelerden oluşması ve ayetlerin ısrarla kölelerin azat edilmesine yaptığı vurgu ne yazı ki bugüne kadar ne ilahi mesajın verilebildiğini ne de hedeflenen ütopyanın kurulabildiğini gösteriyor.
Uzun süredir IŞID’ın vahşet ötesi uygulamaları karşısında Gerçek İslam’ın ne olduğu tartışılıyor. Sadist görselliğin hemen her gün internet üzerinden servis edildiği bir dönemde kendisinden olmayan ne varsa hepsini yok etmeye programlanmış bir İslam topluluğu dünyayı kasıp kavuruyor. Gerçeğinin ne olduğu konusundaki tartışmayı İslami ilahiyatçılara bırakalım ve bugün hüküm süren Reel İslam paradigmasından söz edelim. Kökeni, iddiası ve orijinali ne olursa olsun ilk tebliğden bugüne geçen on dört asırda coğrafyaya mührünü vuran Mevcut İslam Paradigmasının dört ayak üzerine oturuyor. 1Özgürlük antipatisi 2.Öteki antipatisi. 3. Kadın antipatisi 4. Muhalefet antipatisi 5.Mülkiyet sempatisi. Vahyin ilk tebliğ edildiği dönemde özellikle aşiret ilişkileri olmayan yani arkası zayıf Müslüman kölelere uygulanan işkenceleri uzun menkıbelerle canlandırmayı seven Reel İslam ideologları azınlık oldukları dönmede kendilerine reva görüleni çoğunluk oldukları andan başlamak üzere ötekilerin üzerine uygulamakta beis görmediler. Ve bunun teorisini de inşa ettiler. Paganlıktan Müslümanlığa geçtikleri için zulüm ve gadre uğradıklarını heyecanla anlatanlar aynı İslamiyet’te Kuran’da yazmadığı halde dinden çıkanların ölümle cezalandırılmaları gerektiği konusundaki içtihadı görmeyeceklerdi. Bugün de görmüyorlar zaten. İnsanların müslim ve gayrimüslim kestirmeciliğiyle ikiye bölünmesi ve tüm hayatın bu ikilik üzerine inşası zaten ötekileştirmenin İslami iktidarın tesis edildiği o ilk yıllardan bugüne uzandığını gösteriyor. Ama muhalefet karşıtlığı çok daha kanlı bir sürecin tanıklığını yapıyor bize. Hasan ve Hüseyin ile çocuklarının Kerbela’da katledilmesi en az Kırtas vakası kadar akıllara durgunluk veren bir olaydır. Allah’ın vahiy memurunun ve Halife Ali’nin soyu siyasi hesaplaşmada ortadan kaldırılmıştır. Kadın’ın ikincil bile olmaya layık görülmeyen toplumsal konumu belki benzer algının hüküm sürdüğü kıtalarda çok da göze batmıyordu. Ancak seküler dünyanın moral ve maddi üstünlüğüyle galebe çaldığı son dört yüz yıl içinde İslam alemiyle makas o kadar açıldı ki İslam dünyası, nüfusunun kadın potansiyelini kullanmaktan imtina ettiği için de ayrıca zayıf düşer bir hale geldi. Beden ve aklının yarısını kullanamayan bir insandan farksız şu anki haliyle. Tabii ki farklı kültürlerin ve siyasal sistemlerin etkisiyle her Müslüman ülkede aynı seviyede değil bu acınası durum. Ama Siyasal İslam’ın selefi-vahabi tarik üzerinden özgürlük karşıtı olarak kurumsallaştığı son kırk yıl içinde bu istisnai ülkelerdeki kadına yönelik kazanımların da tahrip olduğunu görmek mümkün. Son olarak İslam bin dört yüzyıldır mülkiyeti kutsayan bir anlayışla iktidar oldu. Zenginlik ve refah değil zenginin ve mülk sahibi sınıfların ağzı dili oldu. İslam içi çatışmalar ve ayaklanmaların bir yanı hâkim ve ezilen sınıf karşıtlının yansıması olacaktı. Heteredoks inançlar ve Alevilik, göçebe-yerleşik, köy- şehir çatışmasının yanında sınıfsal çelişkilerin de yansıması olacaklardı. Reel İslam, bu frekanslar üzerinde ayarını bulacak ve korumak için de iktidarın bütün araçlarını kullanacaktı. Bu anlamda IŞID ve türevlerinin ideolojik aksı ile Reel İslam aksı arasındaki açının tam olarak ne kadar olduğunun incelenmesi gerekiyor. Reel İslam’ın tahayyüldeki İslam olup olmadığından öte bugün yapılması gereken budur. Çünkü geniş İslam Coğrafyasında üç aşağı beş yukarı İslam algısı, bu dört maddelik sevgi-nefret ilişkisine dayanmaktadır. Salman Rüşdi’nin katli fetvasından tutun da bir roman –Şeytan Ayetleri- üzerinden yaratılan dehşetin, bazıları nefret suçuna girse de karikatür ve mizaha duyulan kanlı öfkenin, Ankara ve Paris Katliamı’nda ölenlerin anısına bir dakika sessiz durmayı geçtik bir de üstüne yuhalamaya kalkan ruh halinin beslendiği kaynak budur.
Reel İslam’ın hali yani pürmelâli budur. Çıkış konusunda bugünden yarına durum umutsuzdur. Fakat nasıl ki herkesin aklında Allah fikrinin farklı bir görüntüsü varsa İslam da kendisinden farklı beklentileri olan insanlar topluluk ve tabii ki sınıflar için farklı yansımalara açıktır. Buna Marksist İslam Projeksiyonu da dâhildir.
İslam’dan Sosyalizme Uzanmak
Marksizm, ezilenlerin kurtuluşunu temsil ediyorsa bunun için güneşin doğup battığı her yerde her soruya cevap verebilecek kadar kapsamlı bir ideoloji ise o halde ezilenler için Allah adına yola çıkanlar, sırtlarındaki bagaja bakmadan bizahmet buyursun bizim saflarımıza gelsinler! denebilir! Eğer sahiden iyi niyetlilerse Marksizm’in ne olduğunu biliyorlarsa... Aynı durumu Marksistlere de söylemek mümkün. Allah zaten solcuysa yani sol değerler aslında ilahiyse, Sakallı gelsin biat etsin cemaate, amaç üzüm yemekse Allah’ın varlığı ya da yokluğu değil niyetine bakalım! diyebiliriz. Tabii işler bu kadar basit yürümüyor hayatta. Üstelik bırakalım Hıristiyanlığın Komünist İsa Peygamberini bizim 1400 yıllık Reel İslam’ın solla uzak yakın ilgisi olmadığı da ortada. Beyaz Saray’ın Ortadoğu masasında İslamiyet namına hangi proje üretilirse üretilsin hepsinin şu bizim İslam Coğrafyasında anında karşılık bulduğunu görmek sadece iyi niyetli İslamcılar için değil bizim için de trajik: Soğuk Savaş döneminin Yeşil Kuşak siyasetiyle çoğu CIA-MOSSAD operasyonlarıyla ilişkili El Kaide Hamas gibi örgütlerin palazlandırılmasına, oradan Ilımlı İslam modeline, oradan da doğuşuna vesile oldukları IŞID’a kadar Washington- Paris hattının ayak izlerini görmek mümkün. İslam kadar manipülasyona bu kadar açık başka bir din var mı bilemiyoruz. Üstelik Cuma namazları sonrası Amerikan-İsrail bayrakları yakma standartı dae ihtimal proje dahilinde. New York gökdelenlerinin yıkılması ya da IŞİD’ın kontrolden çıkması bir yol kazası olarak görülebilir belki. Devasa bir dinsel coğrafyaya ayar verirken o kadar kusur kadı kızında da olur artık. Ama unutmayın nihayetinde Barbar İslam imajının bir getirisi var. Hebdo Baskını’nı Paris Katliamı’nı düşünün. Avrupa’nın solcularına ayar vermek için ne güzel fırsat oldu değil mi? İki kulenin yıkılması ise Amerikan agresif emperyalist siyaseti için bulunmaz Hint kumaşıydı. Evdeki hesapların çarşıya uymaması hesapların Amerikan doları üzerinden hala geçerli olduğu hakikatini değiştirmiyor. Reel İslam pratiğinin kanlı sonuçları bugün Ortadoğu ve özellikle Kürdistan coğrafyasını vuruyor. Bölgede seküler eşitlikçi ama dindarları da kucaklayan ne kadar sol tandanslı siyaset varsa tümü bu kanlı kampanyanın bir numaralı hedefi durumunda. Rojava’da yaşananlara bakın. Üstüne Suriye Türkiye sınırı boyunca ve tüm Kuzey Kürdistan’daki ayak izlerini takip edin. İnsana değer katan ne kadar siyasi kazanım varsa hepsine düşman bir İslam pratiğinin güç kazandığını görebilirsiniz. Bölgedeki bin dört yüzyıllık paradigmayı sahiplenen Türkiye dahil tüm devletlerin nasıl bu pratiği desteklemekte olduklarını da…
Minerva’nın Baykuşu gece karanlığında uçar. Hegel’den beri biliyoruz. Ancak Müslümanların bu hakikatten pek haberleri yok sanki. En basitinden peygamberin karikatürlerinin çizilmesine karşı dünyayı yangın yerine çeviren eylem çizgisi, mesela Halepçe Katliamı’nda kılını kıpırdatmıyor. Sağlık, açlık, barınma gibi temel konularda fikir üretmek ya da mevcuda muhalefet etmek konusunda acz içinde. Belki tarihsel olarak sol geleneğini yaratamamış olması özellikle Sovyet Bloku’nun dağılmasından sonra sosyalist idealin darbe alması bunda etken. Ama hayatı iyileştirmek yerine bu dünyayı es geçip cennete odaklanmış bir din anlayışı, yani saldırgan umutsuz nihilist ölümcül ve öfke yüklü bir İslam algısı eskisinden daha güçlü şekilde karşımıza çıkıyor. İslam’ın sol profilini canlandırmak, bu nedenle hem zor e hem de zorunlu görünüyor.
Sol İlahiyat ile işimiz ne?
İki cevabımız var bunun için: Birincisi pragmatizmdir.
Aydınlanmanın zirvesi 19.yüzyıldır. Bu fikrin insanmerkezli pozitivist coşkusuyla dinlerin zaman içinde ortadan kalkacağı düşüncesi sadece Avrupa’yı etkilemedi İslam coğrafyası da dinlerinin elden gideceği korkusuyla modernizme sarıldı. Lakin Tanrı, insanların yaratmış olduğu en kullanışlı oyuncaktı. Ve Nietche yanılıyordu: İnsanlar Tanrıdan vazgeçmiyorlardı işte. Varoluş sorunlarımızı çözmek için işe yarar bir ilaç ve her koşulda dilimizden düşürmediğimiz oyuncağımız olarak Tanrı kendisiyle oynayanları da oyuncağa çeviriyordu bu arada. Nihayetinde diyalektik, Lise 1 müfredatına dair felsefe sorusu değildi ve ruhunuzdan üflediğiniz tanrı sizin de ruhunuza üfleyecekti tabii ki. Dinlerin bu kadar etkili olduğu bir dünyada, yokmuş gibi davranmak, dünyayı dönüştürmek gibi derdi olanlar için sosyalizmi salon sohbetine indirmek anlamına gelmeyecek miydi? Dolayısıyla din, Marksistlerin ilgi alanında yer almak zorundaydı.
İkinci sebep şudur: Neredeyse tamamı mülk sahibi sınıfların çıkarını yüceltmek için ortaya çıkmış tefsirler içinde neden sol yorum bu kadar naif ve cılız olması tuhaf değil mi? Tanrı dağı kadar Türk olan eklektik bir din karşısında mesela komünistleri ermiş olarak görmeye yatkın bir Sünni tarikin de olması gerekmek mi? Binlerce Kuran okuması içinde İslamın sosyalist okuması neden abartı olsun ki? Irkçılığı bile İslam’ın hanesine yazanların karşısına Marks’ı yücelten bir İslam! Elbette bu düşünceler hep vardı bugün de mevcut. Lakin o denli zayıflar ki…
Bu ikisinin pragmatik okumalar olduğu vakıa. Ama üçüncü bir sebep daha var: Ezilenlerin İlahiyatı olarak ortaya çıkan dinler neden mülk sahibi sınıfların elinde silaha dönüşüyor? Ezilenlerin iktidarı için dünyaya mesaj getirdiğini iddia eden bir dinden bugün ayakların baş olmasına itiraz eden Sünni Cumhurbaşkanına uzanan yolda bir kırılma olduğu vakıa. Mustazafların dini olarak ortaya çıkan ve işkence gören o ilk Müslümanların neredeyse tamamı soysuz kölelerden oluşuyorken bugün rezidansların dinine dönüşmüş İslama bakar mısınız? Bırakalım İlahiyat soldan hükmünü vermek üzere yola çıksın artık ve Marksizm buna destek olsun!
Dördüncü sebebi de ekleyelim. İster dindar olsun ister ateist, saat sekiz otuzda fabrikada iş başı yapan altı ya da yediye kadar artık iş ne zaman biterse devam ederse o kadar çalışmak zorunda kalan işçiler için temel mesele tam olarak nedir? Vida vidalayan Atacan ya da Figen için mesele, inançlarının farklılığı, tanrının olup olmaması değil çalışma saatlerinin daha da uzadığı bir dünyada yaşamaya mahkûm edilmeleridir. Bu anlamda temel derdimizin insanları Richard Dawkins türü bir ateizme kazandırma kampanyası yürütmek olmadığı vakıa değil midir? Ama bunun için önce vida vidalayıcılar, temel meselenin bilincine varmalı. Köleliğin ilahi olduğunu düşünen bir köle için sistem sorunu yoktur, ilahi tevekkül vardır. Ve köle sistemi önemsemediği için ne çelişki ne üretim ilişkileri ortadan kalkmaktadır. Bu arada Dawkins’in ateizm propagandasını siyasal alana çekmek ayrı bir şey kürsü hakkını savunmak ayrı şeydir. Dawkins’i ve aslında ateizm propagandasını bir özgürlük alanı olarak savunmak zaruridir.
Reel İslam’dan Çıkış için Sol Gerek. Peki İslam’dan Sol Çıkar mı? Bu hayalperest bir kurmaca pragmatik bir zorlama hatta saçmalık mı?
Öncelikle söyleyelim ki sorunun bir önemi yok. Bir Müslüman çıkıp da İslam içinde solu keşfediyorsa bununla polemik yapmak gibi bir işi olamaz Marksistlerin. Amaç, dünyayı değiştirmek derdindeki bir hareket için ki siyaset tam da bunu yapmak demek, bağcıyı dövmek değil “kırmızı” üzümleri afiyetle yemek çünkü. Ama dinden söz ediyorsak ve din nihayetinde eskatolojik yani hayatın ve toplumun derdini dert edip derman bulmaya odaklıysa bu noktada Marksizm’le bir ortaklık halinin olması doğal değil mi? Marksizmin de bir kurtululuş ideolojisidir nihayetinde. Hıristiyanlıkla Müslümanlığı kıyas ettiğimizde Hristiyanlığın komünizan, İslam’ın ise ticari mülkiyetin yüceltilmesine dayandığı düşünülebilir. Bunun birkaç sebebi var. İlki İsa’nın tebliğini yaymaya pek fırsat bulamadan öldürülmesidir. Tebaasının kralı olamadan çarmıha gerilmiştir. Ancak Muhammed, şehir devletleri başkanlığına yükselmiş, hayatı, tebliğden sonra bir siyasi bir lider olarak geçmiş, savaştığı mülk sahibi sınıflarla uzlaşmış, onları dinine kazandırmıştır. Yirmi üç yılda –MS 610-632- baskıya hazır hale gelmiş bir kitaptan söz ediyoruz ve Yirmi üç yılda yılda o iki şehirde ne olduysa biz bugün onu evrensel İslam olarak okumak zorundayız. Yani Mekke- Medine sınıf savaşlarını.
İkincisi ise Hristiyanlık içinde mülkiyet karşıtı akımlar tarihsel olarak az ya da çok etkili olmuş nihayetinde gerilla rahipler Latin Amerika’da can vermişken İslam Coğrafyasında bin dört yüzyıldır mülkiyet ve zenginlikle hemen hiç sorunu olmayan bir dinsel yorumun damgasını vurmuş olmasıdır. Bu gerçekten teorik bir durum mu yoksa mülkiyetli sınıfların oyunbazlığı mı tartışmak gerekiyor ama İslam mülkiyetli bir din olarak ezenlerin iktidar aracına dönüşmüş durumda. Diyanet İşleri Başkanı’nın tavrına bakın mesela. Ümmetin yoksuluna her Cuma hutbesinde azla yetinin çoğa tamah etmeyin diye ayar veren Beyefendi lüks Mercedeslere binmekte beis görmezken, milyon dolarlık makam aracını kamuoyu baskısıyla iade ederken de bizim lüksle işimiz olmaz nefsimizi yoksullukla terbiye ediyoruz mealinde bildik ezberi söylemek yerine ibreti alem olsun diye geri verdik diyebilecek kadar maskesini atarak konuşabiliyor. Çünkü tarihsel olarak mülkiyetin hamisi olmuş bir dinsel ideolojinin tepesindedir. İşlevi budur. Özellikle son on beş yılda Sünni İslam Burjuvazisinin yaratılması ile esnaf kültüründen beslenen eski kırk yamalı bohça söylemi artık arkaik bir dönemi temsil ediyor Türkiye’de. Yine de Diyanet İşleri Başkanı ideoloji üreten bir kurumun başı olarak başka bir dil konuşması beklenirdi. Pervasızlık yeni sınıf kompozisyonunun tescilidir. İnsan sahiden şaşırıyor:Hiç mi menkıbe okumamıştır bu hoca hayatında, mesela İslam’ın kadın ermişi Rabia Tül Adevviyenin iki altın parayı aynı avucunda taşımadığını çünkü yan yana gelirse fitne çıkaracağını hiç mi dinlememiş dedesinden, ninesinden ki Sünni Kültüre ait bir hikâyedir. En azından bize bu meseli anlatan kitapları basan teşkilatın reisi! Hadi geçtik onu İbrahim Ethem Hazretlerinin o meşhur sufi olma hikâyesine de mi bu denli uzak Din İşleri Reisi. Hani hizmetçisini temizlik sırasıdan yatağında uyurken yakaladığı için asasıyla dövmeye başlayan dövdükçe zavallı hizmetçi kızın kahkahalarla güldüğünü gören ve nihayetinde dövmekten yorgun düştüğünde aklını mı kaçırdın neden gülüyorsun hala dediğinde o tokat gibi cevabı alan İbrahim ethem hazretleri: Ben beş dakika şu kuş tüyü yataktan yattığım için bu kadar azap çektim. Sen bir ömür boyu bu yatağın keyfini sürdün. Öbür dünyada çekeceğin azabı düşünüyor ona gülüyorum. Mehmet Görmez’in İbrahim Ethem’le bir ruh ortaklığı yok ve olamaz. Aslında bir sufi olan İbrahim Ethem’le Mevcut Sünni İslam’ın sadece hikâye ve propaganda düzeyinde ortaklığından söz edilebilir. Hepsi bu.
Ethem’in hikâyesinde ilginç bir nokta var ama. Burada Hizmetçi’nin Allahı ile İbrahim Ethem’in o güne kadar inandığı Allah farklı. İki tane Allah’tan söz etmek mümkün. Hizmetçi kız Kuranı öyle bir yorumluyor ki o zaten beylerin sarayların yani kendisine ekmek yedirmekle övünç duyanların Allah’ın gazabını tadacağı günü iple çekiyor. Ezilenlerin ilahiyatında Raca İbrahim Ethem’e ve kapitalistlere layık görülen gayya kuyusudur. Hizmetçi kızın bütün zenginleri, cehennemin en dibine göndermekte en küçük bir tereddüdü yok. Burada İbrahim Ethem de ezenlerin ilahını kapı dışarı edip hizmetçisinin tebliğ ettiği Kuran önünde diz çöküyor. Ve gerçek Kuran’ın mülk düşmanı olduğuna inanıp yollara düşüyor. İşte o Kuran yorumu aslında Marksizmin selefidir.
O adını dahi bilmediğimiz Hindistan’ın devrimci kızı yani Ethem’in mürşidi, Mülkiyetin aslında kirli olduğunu ve ruhu kirlettiğini söylerken mevcut İslam paradigmasının çok dışında bir yerden ses veriyor. İşin traji komik yanı ise bu hikâyeyi ihtimal gözyaşları içinde okuyan bugünün çoğu AKP tipi İslamilerin, hikâyenin özüyle hiç ilgisi olmayıp sadece İbrahim Ethem’in dindarlaşma süreci olarak meseleyi görmeleri. Bunun bir aymazlık ve aynı anda dinsel üçkaatçılık olduğunun da altını çizelim. Barış Manço’yu ele alın. Moda’daki evinde lüküs içinde yaşayıp araba reklamlarında boy gösterirken aynı dönemde kırk yamalı bohça şarkılarını besteleyebiliyordu. Konumuzla ilgisi yok ama hatırlamakta fayda var: Livaneli ve Manço hatta Karaca cunta dönemiyle şarkılarına ayar vermiş sanatçılar oldular. Eylülün neoliberal faşist kültürü onları da değiştirdi. Mesela “Ali yazar Veli Bozar; Halil İbrahim Sofrası; Sarı çizmeli Mehmet ağa” şarkıları darbe öncesi yükselen sınıf savaşında sağ ideolojiyi beslemek üzere üretilirken Eylülizmin galebe çalmasıyla yerini “Domates biber patlıcan, Arkadaşım eşek” gibi apolitik parçalara bırakacaktı. Livaneli ise yeryüzünden umudu kesince gökyüzü herkesindir diyerek bu işlerden elini eteğini çektiğini ilan edecekti üç beş yıl içinde.
İslam’dan yani Fıkıh, Kelam, Sünnet ve Kuran’dan Sosyalizme yol açmak mümkün mü? Sudan’da 1995 yılında idam edilen Taha yada Savak tarafından 1977’de öldürülen Ali Şeriati inançlarından ödün vermeden Sakallı’yla hemhal olmuş düşünürlerdi. Belki o yüzden canlarıyla ödediler fikri aşkınlıklarını. Mısır’da Marksist İslami düşünürler var. Bırakın Marksist kimliklerini laisizme yakın durdukları için El Ezher’in hışmından kurtulmaları mümkün olmuyor o düşünürlerin. Ebu Zeyd’in fikirleri nedeniyle karısıyla evlililiğinin düşürülmesini yine el Ezher’in komünistlerin 1964’te karılarıyla evliliklerini hükümsüz kılması gibi. Bangladeş’te ateizme yakın durdukları iddiasıyla - iddia diyorum çünkü Sünni islam’a göre en basit bir eleştiri bile dinden çıkmakla eş tutulur.- yazarların baltalı saldırılarda öldürüldüklerini not edelim. Yine Bangladeşli Malala Yusufzay kızların eğitimine yönelik uğraşları için çocuk yaşta suikaste uğrayacaktı. Kısaca en azından bizim hayat alanımız olan Sünni İslam coğrafyasında dinsel eleştiriye tahammül diye bir şeyin olmadığını görmek gerekiyor. Hüdapar’ın Hebdo Katliamı sonrası Amed’de düzenlediği bir miting vardı. Bu toplu cinayet için zaten bir zil takıp oynamadıkları kalmıştı ama mitingte taşıdıkları bir pankart meseleyi bir satırda özetliyordu işte: Dini değerlere hakaret ifade özgürlüğü değildir! Yanlış mı? Hayır. Ancak İkibinli yıllarda bu ülkenin dindar insanlarını sırf farklı siyasi duruşları nedeniyle IŞID’a rahmet okutacak yöntemlerle öldüren bir İslami akımın hakaretten ne anladığını anlamak için işkence videolarını izlemeye gerek yok sanırım. Aynı mitingte “Lanet olsun Biz Charlie’yiz diyenlere! dövizi sadece Hizbullah’ın değil tarihsel Sünni ideolojinin de durduğu yeri işaret etmekte. Katledilen mazlumlara empati yapanlara bile düşman anti insan bir algı bu! İslam Coğrafyasına bir bakın, Suudiya- Malezya Hattı’nda baskı ve dehşet siyasetinin ötekiler üzerinde hâkim kılındığını göreceksiniz. Allah adını Hristiyanlara yasaklayan bir ülke Malezya. Kadınlara araç kullanmayı yasaklayan Suudiya’dan ise hiç söz etmeyelim. Belki İran’ı bir nebze ayırabiliriz. En azından kadınların toplumsal ağırlığı nedeniyle.
İslam ve Sol ilişkisini incelemek için Sol Düşünce’nin dayandığı saç ayağına bakalım. Yani dayanışma, özgürlük ve eşitlik. Sonrasında Sosyalizmin esası diyebileceğimiz mülkiyet meselesi üzerine ışık düşürelim.
1.Dayanışma her iki ideolojinin belki de en güçlü ortak paydası. Kolektif bir ideoloji olarak Sosyalizmle kulların en azından Allah adına birbirine yardım etmesini vaz eden, İslam’ı aynı sıraya yazabiliriz. Müslümanların Sosyalizme yani ötekini düşünen bir ideolojiye yakınlık hissetmesi doğaldır. Komşusu açken tok yatanı kendinden saymayan anlayışla Ernesto’nun başka çocukların ayakları çıplakken kendi çocuğunun ayakkabılarına övünerek bakan birini ahlaki düşkünlükle suçlaması zaten tarafların ruhen aynı yerde olduğunu gösteriyor. Bu ortaklığa rağmen coğrafyadaki antikomünist dalganın yüksekliği, tarihsel İslam’ın mülkiyetçi sınıfların eline kalmış olduğunu ve bu sınıfların Emperyal kapitalist merkezlerle ittifakının ne denli başarılı olduğu gösteriyor. Bu arada dayanışma kavramındaki handikap olarak şunu da belirtmek gerek. Reel İslam için insan kavramı Müslümanları kayıran bir konsepti temsil ediyor. İnsanlar üçe ayrılıyor bu konspette. Müslüman olanlar henüz Müslüman olmayanlar. Bu ikinci kategorideki beklenti bir olumluluk olarak alınmasın. Dayanışma da cemaat içi bir ilişkiyi ifade ediyor. Hadis aç komşunun dininden söz etmese de Reel İslam için komşuluk Müslümanlar arası bir diyalog hali olarak kodlanıyor.
2. Özgürlük meselesinde dayanışma kadar rahat konuşmak mümkün değil. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan ve Allahın ruhundan üflediği, bu minvalde kendisi de bir şekilde Allahın sureti olan insanın İslam’da özgürlük meselesinde elinin çok da özgür olmadığı ortada! Yine de özellikle Mekke’de inen ayetlerin cüzi irade anlamında insana özgürlük alanı tanıdığını ifade etmek gerek. Tabii bu arada mürtedlerin yani dinden çıkanların cezasının ne olduğunu söylememize gerek yok. Ölüm. Üstelik Kuran’da buna ilişkin bir ayet olmadığı halde. Belki İslam gibi bir başka dinin çıkıp da dinden mümin devşirmesini engellemek için. Cat Stevens, İslam’dan çıkması durumunda cezasının ölüm olduğunu ihtimal biliyordur mesela. Kehf ve Yunus surelerine rağmen IŞİD’in Alevileri neden öldürüyor olduğunu anlayabilmek için öncelikle IŞİD’e yol veren öteki ayetlere ve daha da öncesinde cinayet ikliminin tarihselliğine bakmak gerekiyor. Sadece IŞID değil Türkiye Sünnilerinin çoğu için dinden çıkanların öldürülmesi gerekir. Genel olarak İslam özel olarak Sünnilikte ciddi bir özgüven eksikliğine bağlanabilir bu şiddetperverlik.
3.Eşitlik. Hukuksal siyasi ve iktisadi eşitlik meselesi Kuran’da gönül rahatlığıyla savunulabilecek bir durum yok. Kadın ve Erkek eşitsizliği sürekli vurgulanıyor kitapta. Her ne kadar bu eşitsizliğin kadının erkeğin bakımına muhtaç olması tezine dayandırıldığı vakıa ama ayetlerde fıtri üstünlük vurgusu da ortada. İslamda sol ilahiyatın dayanak noktası olduğu iki sure var. Kasas ve Nur sureleri. Kasas suresinde ezilenlerin dünyaya önder olmaları için Kuranın indirildiğine dair ifade yer alıyor. İnananlar demiyor. Müslümanlar demiyor. İfade mustazaflar. Ezilenler ya da diyanetin çevirisiyle güçsüz düşürülenler…Ama sadece bunlardan ibairet değil Kuranda geçen sol söyleme dair ifadeler. Haşr Tevbe Meariç Surelerinden örnek vermek mümkün. Kadınların erkeklere göre daha aşağı pozisiyonda yer aldığı iddiasına karşı şu tezi ileri süren Müslüman kadınlar var. Takvada iyilik ve kötülük iradesini ortaya koymada tamamen eşit olan iki cinsin arasında ast-üst ilişkisi olduğunu iddia etmek haksızlık değil mi? O halde cezai ehliyeti bakımından kadının erkeğe göre reşit olmaması gerekiyor. Lakin hikaye öyle değil ve eşitler. Ayet erkeğin yaratılışı olarak üstün olduğunu iddia ederken şu kesin ki artık modernizmin tedrisatından geçmiş kadınlar kadını ikinci plana iten her türlü tefsire itiraz ediyorlar. Kadın ve erkek eşitsizliğine ilişkin durum bu. Kaldı ki ruhundan üflenenler sadece erkekler olmayacağına göre ortada bir tutarsızlık olması mümkün. Bu nedenle tarihsel okuma yapanlar kadının zaman içinde erkekle siyasal ve sosyal olarak eş hale geldiğini söylüyorlar. Bunları söyleyenlerin de Sünni olduğunu belirtelim. Ama egemen Sünni kültürde kadın ev hapsindedir. Günaha davet eden şeytani bir unsurdur.
Şimdi sosyalizm için asıl önemli noktaya gelelim. Peki mülkün Allaha ait olması ne demek? Sadece genel bir ne var ne yoksa her şeyin Allahtan gelip ona gittiği mi yoksa iktidar ve mülkiyetin Allah’tan başka hiç kimseye ait olamayacağı mı? Hatırlayın Hakimiyet Allahındır dövizleri asılıydı bir zamanlar araçların üzerine. Güzel de Allah yeryüzünde görülmediğine ve kutsal metin her yıl yeni versiyon halinde gökten indirilmediğine göre bu hakimiyetin kimin tarafından kulanılacağını neye göre tespit edeceğiz? Mülk gibi hassas bir konunun Allah’a ait olmasının da arkasında aynı soru yatmaktadır. Anladık, mülk Allahın da tasarrufu kim ait olacaktır?
Ali Şeriati o güzel aklıyla bunu net olarak cevaplar: Tevhid ilkesine göre her şey ama her şey Allah’ındır. Peki Allahın olan her şey bu dünyada kime aittir. Tabii ki halka! Ama halkın bir tabakasına ruhbanına, akıllısına, işbitiricisine değil aptalı, beceriksizi dâhil tüm halka… Bu anlamda özel mülkiyet diye bir şey de İslam da yer almaz. Şeriati, insanları müminler ve kafirler diye ikiye ayırmaz. Mustazaflar ve müstekbirler olarak böler. Tanrı da bu anlamda ikiye bölünür. Ezenlerin tanrı tasavvuru ile ezilenlerinki farklı olur ama Şeriati’nin Allah’ı yani hakiki tanrı tektir ve ezilenlerin safında yer alır. Ezilenlerin sofrasına iner, yukarıda bir yerlerde kibirle oturmaz kibrin dışındadır. Şeriati’nin sol ilahiyatı Marksizm için bir zenginliktir. Şeriati açıkçası Marksist geleneğe dahildir. İhsan Eliaçık’ın sol ilahiyat yorumunda olduğu gibi..
Kısaca Kuran’ı sınıfsal olarak okuyanlar onda farklı dozlarda olmak üzere Marksın ütopyasını görürler. Görmekle kalmazlar ütopyanın Allah emri olduğunu vaz ederler.
Türkiye ve İslamın Sünni yorumuna bakalım. Reel İslam olarak addedilen o baskıcı mülkiyetçi, kadını insan sıfatının bir gömlek aşağısına aktaran din yorumu bindört yüzyıldır egemendir. Kemalizm’in otoriter üstüne tek mezhep diktatörlüğü üzerinden şekillenen şahsına münhasır laisizmi karşısında Sünnilik, Kemalizm’in yedeğinde bugüne kadar gelmiştir. Nurculuğun kurucusu, ermişlikle taçlandırılmış Said-i Kurdi’yi inceleyelim. Başlangıçta Sosyalizme sempatiyle yaklaşan kendisinin hep halk tabakasından olduğunu ve asla burjuva olmadığını yazılarında belirten Kurdi cumhuriyet döneminde belki Kemalist laisizmle savaşmak üzere mustazaflar üzerine düşünmeyi bırakıp din meselesini tevhide indirgemiş, Allahın varlığını kanıtlamak ve modernizme karşı yine modernizmin silahlarıyla savaşmak üzere din tartışmasını tam da sistemin istediği şekilde yoksulların ihtiyaçlarından koparmıştır üçüncü Sait döneminde Halbuki sınıf savaşı, kapitalist sömürü ve tüketim ideolojisi iyi bildiği şeylerdir. Genel olarak Türkiye Sünniliğinin bu koparılmış bağları nedeniyle İslam kitlesi komünizmle mücadele adı altında devletle işbirliği yapmakta beis görmemiştir. 1968 Kanlı Pazarı’nda eli bıçaklı katillerin bu ülkenin milliyetçi faşistleri değil ne yazık ki İslamcılarıdır. Altıncı Filo protestosunda yaşananlar sürekli Amerikan düşmanı olmakla övünen bir hareket için utanç verici olsa gerek. Demek ki Amerikan düşmanlığı da pragmatik sebeplere dayanıyor. Böyle düşünmeyen Sünni dindarlar da var tabii ki. Ama sayıları nasıl da az!
Dinin ilk işlevi nedir. İnsana ölümsüzlük bahşetmek! İkinci işlevi ise dünyada adalet tesis etmektedir. Adalet ise sadece hukukla ilgili değildir siyasaldır iktisadidir sosyolojiktir. Eşitliğin olmadığı dünyada adalet yoktur. Din ve Marksizm arasında bir ilişki var. İkisi de eskatolojiktir. İkisi de kurtuluşu vazeder. Ama dinlerin ikili karakteri vardır. Ve buna göre ezenlerin ilahiyatı, öte tarafı, ezilenlerin ilahiyatı ise bu dünyada kurtuluşu vaz eder. Pir Sultan Abdal’ın cümlenin muradının dünyada cennet olduğunu hatırlayalım. Tanrı bizim varoluş bunaltımız karşısında bulduğumuz enfes bir çözüm ve oyuncağımızdır. Tabii ki Tanrı inancı eksikliğimiz ve Freud’un dediği gibi çocukluğumuzdur. Oyuncağımızı bir köşeye bırakıp büyüdüğümüzde acı çekecek ama yeni bir bakış açısı kazanacağız kainata karşı. Fakat bu durum bugünden yarına mümkün görünmüyor. O halde Tanrıyı ezenlerin elinden çekip alıp mustazafların sömürülenlerin ilahi kalkanı olarak kurgulayan dostlarımızla yan yana gelmek gibi bir siyasi hedefimizi olmalı. Soframıza bizimle birlikte oturan iyicil ve ahlakı imana tercih eden bir Allah ve o Allahın dini, ezilenleri özgürleştirmekle kalmayacak kainat algısında da mevcut zorba kapitalist kültüre karşı özgürlükçü bir dinin de inşa edilmesine ön ayak olacaktır. Amacımız birilerine yeni bir din inşa etmek değildir ama dindarlarla aynı siperde mücadele ettiğimizde dertlerimiz ve mücadelemiz bizim akıl ve duygu dünyamızı da yoldaşlaştıracaktır.
Hayal mi görüyoruz. Olabilir. Zaten hayalperest olmasak Marksist olmazdık..
O halde hayal kurmaya devam….
Murat UTKUCU
06.12.2015 13:37 İzmir




Yorumlar